Yılbaşından sonra başlayan ikinci serinin adını “Hey Gidi Günler” koymuştuk. En çok Eurovision bölümleri eğlendiriyordu beni bu seride. Zira yazmakta olduğum kitap da Eurovision üzerineydi ve o günlerde bu yarışmanın geçmişiyle çok haşır neşirdim.
Ankara’daki sahaf dostum Erdal, eline geçtikçe eski dergileri ayırıyordu benim için. Dönemin bütün Hey ve Yedigün Dergilerini tamamlamış, Ses Dergilerinin de büyük kısmını bulmuştum. Ancak dergiler tek başına yeterli olmuyordu hikayeleri tamamlamak için. Röportajlar, kütüphane araştırmaları filan derken bir çoğunu çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım, kitap için okuyup, dinleyip, derleyip toparlayıp bir öykü kurgusunda kaleme almaya çalıştığım Eurovision finallerini oturup tekrar izleyebilmek çok heyecanlandırmıştı beni. Hep beraber tüm o Eurovisionların olanca “kitch”liğini, kötü şarkılarını, acemi finallerini filan bağışlamakla kalmamış, adeta hasretle bağrımıza basmıştık. Kah “Küçük Kız” Ayça, kah “İşte Opera”... Derken “Adı Naim Naim Naim”, olmadı “Ah ah Rönesans, Rönesans seni anıyorum ben...”
D. bağır çağır. Elimdeki parayı uzatmama var gücüyle mani oluyor. İlla kendi ödeyecek sipariş verdiğimiz yemeğin parasını. Siparişi getiren onaltı-onyedi yaşlarındaki genç ne yapacağını, parayı kimden alacağını şaşırıyor. Elindeki poşetlerden yükselen buram buram kızarmış tavuk kokusu, aktarma stüdyosunun rutubetli havasını tütsülüyor.
Sabahın köründen beri boğuştuğumuz bantların arasında ağırlaşmış, eskimişiz biz de. Üçümüzün de yüzü siyah beyaz. Birazdan nar gibi kızarmış tavukları, iri nohut taneleriyle tepeleme bulgur pilavını, koksak mı kokmasak mı tereddüt etmeden giriştiğimiz sulu, tatlı beyaz soğan halkalarını mideye indirdikçe pembelenecek, renkleneceğiz orası kesin. Durasımız yok yine de, hem yiyelim, hem aksın görüntüler monitörden diye, bir yandan bir gözümüzle bakalım ne var ne yok diye, arşivden getirdiğimiz bantlardan birini takıyor makineye Elhan.
Bir Eurovision bandı bu. Önce Bülent Özveren görünüyor ekranda. En çok onun sesi Eurovision çünkü. Onun kusursuz Türkçesi ve hiç duraklamayan, teklemeyen, aksamayan konuşma stili. Elazığ’daki evimizin bütün odalarını tavuk kokusu sarmış. Annem tavuğu fırında pişirir. Üzerine salçalı su sürer, yanına patates ve havuç dilimleri yerleştirir. Yine öyle yapmış. Az önce tıka basa pestille doyurmuşum karnımı. Süt beyazı, köpüklü dut pestiline ve fıstıklı erik pestiline bayılıyorum. Elazığ’da pestili ne de güzel yapıyorlar. Yedikçe yemişim belli ki. Yine de acıktırıyor tavuk kokusu beni, bol yeşillikli bir salata, kaymaklı yoğurt ve şehriyeli pirinç pilavıyla şenlenecek akşam sofrasının başına oturmak için sabırsızlanıyorum. Akşam bir an önce olsun istiyorum.
Az önce, kovboy filminden hemen sonra bir kez daha yayınlandı Ajda’nın şarkıları. Bu akşam, haberlerden sonra oylama yapılacak ve o üç şarkıdan biri Eurovision’da Türkiye’yi temsil etmek üzere seçilecek. Solist olarak tayin edilen Ajda Pekkan da çok heyecanlı olmalı şu anda. Benim kadar olmadığına eminim. Sanki onunla ben de gideceğim Hollanda’ya. Ben de sahneye çıkacağım. O yüzden seçilecek şarkı çok önemli. Gönlüm “Petrol”den yana. Daha ilk dinleyişte takıldı kulağıma. Odamdan kasetçalarımı getirip, oturma odasına, televizyonun hemen yanına yerleştiriyorum. Eski kasetlerden birini sardırıyorum başa. Gözden çıkarmışım, silebilir, üzerine Ajda Pekkan’ın şarkılarını kaydedebilirim.
Ne zaman televizyondan böyle kayıt yapmaya kalksam, annem mutlaka unutup konuşmaya başlar. Bir bakarım babam öksürmüş ya da en beteri kardeşim ağlamaya başlamış. Kızarım, elimi dudaklarıma götürür, sus işareti yaparım çaresiz. Neyse ki sabah yaptığım kaydı koydum bir kenara. Hangisi daha iyi, daha kusursuz olursa, onu dinlerim artık diye geçiriyorum içimden. Elhan ve D. bırakmışlar tavuğu mavuğu bir kenara, Ajda’nın vokalistleri Aydan ve Nurdan kardeşler olmuşlar, eller belde, dizler kırılıyor en oryantalinden. Hep bir ağızdan söylüyoruz şimdi: “Amaaaaan petrol, canıııııımmm petrol, artık sana sana sana muhtacım petrol...”
Yavaş yavaş son bölümlere doğru yaklaşıyor, ama henüz bunların son bölümler olacağını bilmiyorduk. Gün geçtikçe şartlar daha çetin hale gelmeye başlamıştı. Programın yönetmeni ile D. arasında ipler kopma noktasına gelmiş, tadımızı iyiden iyiye kaçmıştı. Yazıklanıyorduk sürekli. Aylardır harcadığımız emek karşılıksız kalmamış, yaptığımız iş sabahın köründe, az izlenen bir kanalda ve ilgisiz bir programın içerisinde yayınlanmasına rağmen, zaman içerisinde kulaktan kulağa duyulmuş, tanınmış ve takip edilir olmuştu.
Yavaş yavaş son bölümlere doğru yaklaşıyor, ama henüz bunların son bölümler olacağını bilmiyorduk. Gün geçtikçe şartlar daha çetin hale gelmeye başlamıştı. Programın yönetmeni ile D. arasında ipler kopma noktasına gelmiş, tadımızı iyiden iyiye kaçmıştı. Yazıklanıyorduk sürekli. Aylardır harcadığımız emek karşılıksız kalmamış, yaptığımız iş sabahın köründe, az izlenen bir kanalda ve ilgisiz bir programın içerisinde yayınlanmasına rağmen, zaman içerisinde kulaktan kulağa duyulmuş, tanınmış ve takip edilir olmuştu.
Programı televizyondan düzenli olarak kaydetmekte olan birileri sayesinde bölümler internette elden ele dolaşmaya bile başlamıştı. Elhan’ı sokakta görüp tanıyanlar, birbirine gösterip, muhtemelen “A ! Bu o deli kadın değil mi,” diye fısıldaşanlar gittikçe artıyordu. Ne var ki yapılan iş yönetim katında sadece bir işti. Bir gün hazırladığımız tüm bu bölümlerin değeri anlaşılıp, daha fazla izlenen bir kanalda, daha izlenilebilir bir saatte yayınlanabileceğine hep inanmıştık başından beri. Oysa bu inancımız da artık neredeyse tamamen tükenmek üzereydi. Aktarmasından, kurgusuna dek her süreçte karşımıza çıkan engellerden de yorulmuştuk iyiden iyiye. Hevesimiz kaçmıştı sözün özü.
Yorgun akşam sofralarında ürettiğimiz yeni projelerin, hazırladığımız yeni önerilerin haddi hesabı yoktu. Hala saklıdır bizde, hala yapılmamış, akıl edilememiş o projeler, ola ki bir gün bir yerde hayata geçer diye anlatmayacağım şimdi. Eskiyi sevenler doğuştan kardeşti. D. ve biz çoktan işin gücün ötesinde, ömür boyu sürecek bir dostluğa, kardeşliğe yazılmıştık. Proje bahaneydi şimdiden sonra, olsa olurdu olmasa da. Bir gün D. beni aradı. “Ben programdan ayrıldım,” dedi.
Bilgisayar karşısındaydım tam da o sırada. Evimizin perdeleri hep açıktı. Gündüz başka, gece başka düşerdi Ankara’nın silueti camlarımıza. Ondandır perdesiz bakardık şehre oturduğumuz yüksek tepeden. Çalışma masamın önünde, gözümü ne zaman çeksem bilgisayardan, koltuğumu hafif yana çevirir, vakitlerden hangi vakitse artık, Başkentin ya uzak semtlerine inen alaca akşamını, ya durmaksızın göz kırpan ışıklarla yaldızlı gecesini, ya mahmur ve başı dumanlı bir erken sabahını seyre dalardım. Denizsiz şehirler hep siyah beyazdı. Ne kadar yeşillenseler, ağaca, çimene, çiçeğe boğulsalar, ne kadar mavi çalsalar gökten yetmezdi. Hep eksik kalırdı deniz görmemiş şehirler. Tıpkı deniz görmemiş evler ve hatta insanlar gibi. Yine de bir günü bir gününe benzemeyen bu hareketli tablonun, en azından bir büyük şehirde yaşıyor olmamın mutluluğunu bana ne zaman istesem hatırlatmasını severdim. Belki de sırf bu yüzden Ankara’yı da sever olmuştum bu eve, ya da bu manzaraya taşınalı beri.
Bilgisayar ekranında az önce bir postayla kim bilir kim tarafından gönderilmiş bir görüntü akıp gitmekteydi. Bizim bölümlerden biriydi bu. Aralık ayında yayınlanmıştı. Erol Evgin beyaz pantolonu, ışıltılı gömleğiyle dans edip şarkı söylüyor, Adile Naşit, Turgut Boralı, Nevra Serezli ve Ayşen Gruda ona eşlik ediyordu: “Bir tanem söyle canım ne istersen iste benden...” Nükte ne komik bir kızdı ! Öldürürdü beni gülmekten. “İsmiyle müsemma” derler ya hani, sanki bir nükteydi gerçekten varlığı, arkadaşlığı. Bu şarkı bana hep Nükte’yi hatırlatırdı. Nükte’nin pikabında o son Erol Evgin 45’liğini döne döne çalarken, nasıl eğlendiğimizi ve eğlenirken bile bir yandan da onu nasıl kıskandığımı… Çünkü Nükte bu plağı “Hisseli Harikalar Kumpanyası”nı Şan Tiyatrosu’nda izledikten sonra satın almıştı.
Çoğunlukla yabancı plakları vardı Nükte’nin. Her plağı dinleyerek satın alır, bu yüzden bir plakçıda bazen saatlerce kalırdı. Alacağı plaklardaki bütün şarkılar güzel olmalı, onun zevkine hitap etmeliydi. Benim gibi bir müzik arsızı için anlaşılması güç bir ritüeldi bu. Müzikali izlerken şayet “Söyle Canım”ı ve “Hep Böyle Kal”ı beğenmemiş olsaydı, eminim o 45’liği de kolay kolay satın almazdı. Ondandır ki habire habire dinliyor, bana da dinletirken bir yandan da anlatıyordu ballandıra ballandıra. Aman ne güzel kostümlerdi, aman ne şahane danslardı, ay ne komikti, ne eğlenceliydi şu kumpanya.
Birazdan şu meşhur kitap oyunumuzu oynamayacağımızı bilsem, çıkıp gidebilir, bir kat aşağıdaki amcamların evine geri dönüp, amcamın televizyondan kaydettiği şarkılarla dolu alaturka kasetlerinden biriyle yetinebilirdim. Çünkü bildim bileli kendimi ait hissettiğim tek şehirde, İstanbul’da sadece misafir olmak, misafir kalmak kadar canımı acıtan bir başka şey de İstanbul’da olan biteni, sözgelimi bu rüya gibi müzikali kaçırıyor olmak, hep böyle başka ağızlardan dinlemek, gazetelerden, dergilerden okumak zorunda kalmaktı. Her şeyden çok fakir hissediyordum kendimi böyle zamanlarda ve Nükte içimdeki servet düşmanını nasıl uyandırdığını hiç bilmeden, hababam de babam ballandırmaya devam ediyordu sözünü.
Birazdan şu meşhur kitap oyunumuzu oynamayacağımızı bilsem, çıkıp gidebilir, bir kat aşağıdaki amcamların evine geri dönüp, amcamın televizyondan kaydettiği şarkılarla dolu alaturka kasetlerinden biriyle yetinebilirdim. Çünkü bildim bileli kendimi ait hissettiğim tek şehirde, İstanbul’da sadece misafir olmak, misafir kalmak kadar canımı acıtan bir başka şey de İstanbul’da olan biteni, sözgelimi bu rüya gibi müzikali kaçırıyor olmak, hep böyle başka ağızlardan dinlemek, gazetelerden, dergilerden okumak zorunda kalmaktı. Her şeyden çok fakir hissediyordum kendimi böyle zamanlarda ve Nükte içimdeki servet düşmanını nasıl uyandırdığını hiç bilmeden, hababam de babam ballandırmaya devam ediyordu sözünü.
O bir kitap, ben bir kitap çekecektik vitrinli kütüphaneden biraz sonra. Sonra rastgele cümleler okuyacaktık sırayla elimizdeki kitaplardan. Ardı ardına okunan ilgisiz cümlelerin saçmalığına gülmekten katılacaktık sonra. Kitap oyunu sürerken, fonda hep “Söyle Canım” çalacaktı. Akşamına ezberime düşecekti bu son moda şarkı.
Oyunun bütün oyuncuları, dansçıları, oyun boyunca giydikleri en şaşaalı kostümlerle sahnedeler şimdi. Salon alkıştan yıkılıyor. Sırayla dönüyor, kollarını bir sağa, bir sola açıyor, sonra alışkın adımlarla başladıkları noktaya geri dönüyorlar. Kulağımda D.’nin sesi çınlıyor: “Ben programı bıraktım.” Oyuncular hep bir ağızdan oyunun veda şarkısını söylüyor: “Hisseli Harikalar Kumpanyası kapıyor perdesini kapıyor, harikalar dünyası burası herkese neşe veriyor !”
“Kimler Geldi Kimler Geçti” serisi Eylül – Aralık 2004 arasında 63 bölüm, “Hey Gidi Günler” serisi ise Ocak – Nisan 2005 arasında 75 bölüm olarak, TRT-INT kanalında her sabah yayınlanan “Hayat Bahçesi” programı içerisinde ekrana geldi.
Serilerin sunuculuğunu yapan Elhan Tok, metin yazarı Hakan Tok ve programın yapımcısı D.’nin Mayıs 2005 tarihinde ayrılmasından sonra “Hayat Bahçesi” bir süre yayınlanmaya devam etti ve birkaç ay sonra tamamen yayından kaldırıldı.
Her iki serinin toplam 138 bölümü için TRT arşivindeki eski nesil görüntü bantlarından dijital bantlara 719 şarkı aktarılmıştı. Bu görüntüler halen TRT’nin televizyon kanallarında yayınlanan çeşitli programlarda zaman zaman kullanılmaktadır.
ARALIK 2007-MAYIS 2008
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder