(Blue Jean dergisi Şubat 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
Konçlu Converse ayakkabılarımın beyaz bağcıklarını söküp,
yerine o sıralar her köşe başında satılmakta olan fosforlu bağcıklardan
almıştım. Studio 54’de “Brother Louie” çalarken piste çıkıp dans edeceksem, turuncu
fosforlarım cayır cayır göstermeliydi kendini. Kollarını dirseğime kadar
sıvadığım ceketimin vatkaları omuzlarımı olduğundan geniş gösterir, yüksek
belli ve pilili kot pantolonumun içine soktuğum Shetland kazağım pembe yeşil
desenleri ile göz alırdı. Ray-Ban güneş gözlüğümse kenarı kıvrılarak pantolonumun
üzerine doğru sarkıtılmış örme kemerime takılı kutusunda durur, havama hava
katardı o esnada. Kelebek tokalı tunikli, taytlı, tozluklu kızlar Flashdance
figürleri yaparken karşımda, ben kâh Tolga Savacı sanırdım kendim, kâh Patrick
Swayze.
İkinci kanal yeni açılmıştı. Perihan Abla’ya bayılıyorduk.
Ayşe Egesoy, Bir Cumartesi Gecesi programında şarkıcıları sunmadan evvel buğulu
buğulu şiirler okuyordu. Videoya kaydedip tekrar tekrar izliyorduk. Olmazsa üç
beş film kiralıyorduk köşedeki videocudan. Rambo’yu daha sinemalara gelmeden
izleyebilmek büyük lükstü. Varsın Çince altyazılı olsundu. Jaws III’ü üç
boyutlu seyretmiştim sinemada, dünyam değişmişti. Ray-Ban gözlüklerim Top
Gun’daki Tom Cruise olabilmek içindi. Oysa daha River Raid oynamayı bile beceremiyordum.
Ya yakıtım bitiyordu erkenden ya da karaya çarpıp infilak ediyordum. Neyse ki
Commodore bilgisayara oyun yüklemek için kullanılan teybin ince tornavidayla
kafa ayarını yapmak konusunda benden iyisi yoktu evde. Basic’de yazdığım satır
satır programları kaydedebiliyordum kasetlere böylece. Basic deyip geçmeyin, durup
durup “syntax error” vermeyen bir program yazmak deha işiydi, herkes
beceremezdi.
Kasetler önemliydi. Sokakta yürürken müzik dinleyebiliyorsak,
kasetler sayesindeydi. Sony “walkman” sahibi olmak bir imtiyaz göstergesiydi. “Walkman”de
dinlemek için kaydettiğimiz karışık kasetler bir gusto meselesiydi. Her bir
yüzü 30 dakikalık boş kaseti doldururken bir yüzün sonunda şarkı yarım
kalmayacak şekilde sıralayabilmek şarkıları, maharet isterdi.
Konu en son çıkan yabancı şarkıları dinlemekse, TRT Radyo 3
dinlemek icap ederdi. Hey dergisinde haftalık yayımlanan radyo programı
listelerini takip eder, hangi programda hangi şarkının çalınacağını önceden
bilir, zamanı geldiğinde kaydetmek üzere teybi hazır tutardım. Sebla Özveren,
Sizler İçin’de Duran Duran’ın yeni Bond filmi şarkısı “A View To A Kill” i
çalacakmış mesela. Bas düğmeye kaydetsin. Ama bir yandan da dua et ki Sebla
Hanım o sırada şarkının üzerine konuşmasın.
Bir de plaklar vardı tabii. Blam serisi, Galaxy serisi
korsan morsan, günün en popüler şarkılarını bir araya getirirdi. Hakan
Gündüz’ün Studio 54 serisi sadece kaset olarak basılırdı öte yandan. Orijinal
Michael Jackson, Madonna, Aha, Sandra, Nena albümlerini de kaset olarak almak
daha ucuzdu. Plaklar pek pahalıydı.
Eurovision Türkiye finalinde konuk sanatçı olarak sahneye
çıkmak üzere Gazebo, Toto Cutogno, Al Bano-Romina Power ikilisi gelmişti.
Johhny Logan, Burçin Orhon’la aşk yaşıyordu. Dolly Dots, Mazhar Fuat Özkan’la
Şan Tiyatrosunda konsere çıkıp “playback” yapmıştı. Hisseli Harikalar
Kumpanyası çok tutulunca, Şen Sazın Bülbülleri müzikalini gururla sunmuştu
Egemen Bostancı. Erol Evgin bir müzikal yıldızı, Ajda Pekkan Açık Hava’daki
şovu için Amerika’dan zenci dansçılar getirten bir “Süper Star”dı. Devekuşu
Kabare’nin “Yasaklar” oyunu kaset olarak piyasaya çıkınca bir koşu gidip almış,
her repliğini ezber etmiştik.
Dallas bizim bir ilimiz, Sue Ellen, Jeyar, Pamela, Bobby ve
Bayan Ellie bizim çok dalavereci ailemizdi. Şahin Tepesi’ni o kadar sevmedik
mesela, Flamingo Yolu’nu da. Cenk Koray’ı çok sevdik ama. Her Pazar ekran
başında o kutulardan neler çıkacak diye öldük öldük dirildik. Akşam çökünce Kav
tutuşturucularla banyo sobaları yakılır, ev halkı sırayla banyoya girerken, Hacı
Şakir kalıp sabunun ve Tursil 76 çamaşır deterjanının kokusuyla, har har har
dönüp duran merdaneli çamaşır makinesinin ve televizyonda maç anlatan spikerin
sesi birbirine karışırdı.
İlk Mc Donalds Taksim’de açılmıştı. Değil içine girip o karmaşık
menülerden bir tane seçmek, kapısının önünde bir arkadaşla buluşmak bile çok
havalıydı. “Milkshake” dünyanın en lezzetli içeceği olabilirdi; hamburgerse en
lüks, en pahalı ve en gösterişli yiyeceği.
Hey’in beş altı haftada biriktirilen ve birleştirildiğinde
gerçek boyutlu hale gelen posterlerinden birini sahiden birleştirip asmıştım
odamın duvarına. Madonna’ydı elbette. Blue Jean’in çıkartmalarını ise oraya
buraya yapıştırıyordum habire. Müslüm Gürses’in “Güldür Yüzümü” plağı pikapta
dönerken, Ajda Pekkan, Madonna’nın karşı duvarında bana gülümsüyor, yataklı
kütüphanenin üzerinde duran Müzik Magazin dergisinin kapağında Mahmut Tuncer,
mavi lensleriyle tabloyu tamamlıyordu. Playmen, Erkekçe, Playboy dergileri
siyah poşetle satılmaya başlanmıştı. Sybil Danning rüyalarımı süslüyordu.
Samantha Fox için o dergileri almaya gerek yoktu, Hey de basıyordu boy boy
resimlerini. O da olmazsa Ahu Tuğba vardı, Serpil Çakmaklı’nın Banu Alkan’ın
Marmaris’te Bodrum’da geçen bol havuzlu, plajlı, bikinili Yeşilçam filmleri
vardı. Sevtap Parman henüz “Que Sera Sera”yı söylememişti ama “Bayan Popo”
olarak kalbimizdeki yeri ayrıydı. Müjde Ar İffet’ti, Fahriye Abla’ydı, Ah
Belinda’ydı. TRT’de türkücü Bircan Pullukçuoğlu’nun solo konseri hafta içi bir
gecenin tek eğlencesi olabilirdi. Yılbaşı geceleri ise dansöz demekti. Üstelik
dansöz, siyah beyaz ekran için dünyanın en edepsiz şeyiydi.
Kutu kola diye bir şey çıktı dediler. Bixi’ydi markası. İçip
bitirdikten sonra kutuları atmaya kıyamazdık, öyle güzel gelirdi gözümüze.
Karmen çikolatasının önce dış kenarlarını tırtıklar, sonra içindeki fındıkların
tadını çıkarırdım. Panda’nın çubuklu dondurmaları adeta bir devrimdi. Cornflakes
denilen şeyi süt ve toz şekerle karıştırıp yediğimizde, televizyondaki Amerikan
ailelerinden hiçbir farkımız kalmazdı.
Küçük Ceylan mı daha küçüktü, Küçük Emrah mı bilmiyordum. Sandra Kim’in 16
yaşında Eurovision birinci olması daha önemliydi benim için. Tarabya
sahilindeki tavernalarda Ümit Besen, Arif Susam’la, Cengiz Kurtoğlu, Nejat
Alp’le yarışıyordu. Güzellik kraliçesi tacı elinden alınan Hülya Avşar,
Maksim’e assolist olmuştu. Bülent Ersoy’un yasağı nihayet bitmiş, Acıların
Kadını Bergen kocası tarafından öldürülmüştü. Çalıkuşu’nun fotoromanında
oynayan Sezen Aksu, dizisinde oynayan Aydan Şener’den daha güzeldi gözümde.
İbrahim Tatlıses’in oynadığı fotoromanın televizyon reklamında sevdiceğine
“Benden nefret et ama bana acıma,” demesi çok dokunmuştu kalbimize. O ara Nokta
dergisi “Sosyete artık Tatlıses dinliyor,” haberini yapmıştı. Tatlıses, Perihan
Savaş’ı hastanelik etmiş, bu haber Tan gazetesinde “Türk erkeğini görünce
Helga’nın dudağı uçukladı!” haberinin altında bir yerlerde çıkmıştı. Turgut
Özal, “Koy bir kaset de neşemizi bulalım Semra,” diyerek kendi kullandığı
arabayla ikinci köprüden geçiyordu. Hava biraz sıcaksa ben deri montumun
fermuarlı kollarını söküp, yelek olarak giyiyor, üzerine de Blue Jean’in hediye
verdiği armaları iğneliyordum.
Velhasıl-ı kelam,’80’ler hiç de öyle aynı adlı televizyonda
dizisinde anlatıldığı/gösterildiği gibi steril, tatlişko bir şey değildi. Çok
karmaşık, çok “kitsch”, patalojik, travmatik, kasvetli, über sıkıcı, ultra
itici, uzaktan bakınca hafif mide bulantısı ile hatırlanacak, hiç mi hiç “ah
nerede o günler” dedirtmeyecek günlerdi. Tıpkı bugünler gibi. E herıld yani! Ne?..
Zzzttt Erenköy! Tenkyu veri maç, teperim geri kaç!
OCAK 2016
Ince kaleminiz ve doğru eleştirileriniz için teşekkürler güzel bir yazı olmuş yeni müzikal yazılarınızı bekliyoruz
YanıtlaSil