HANDE YENER
HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ
9 AĞUSTOS 2016
“Ay kafam çok güzel,” dedi bir eliyle boynuzunu, bir eliyle
mikrofonunu tutarken. Biri çıkıp “Bu neyin kafası?” diye sorsa bir Allah’ın
kulu cevap veremezdi. Ki sorunun muhatabı Hakan Akkaya, sahnenin tam önünde,
protokol sandalyelerinin arasında zıplaya zıplaya şarkılara eşlik ediyordu o
sırada. Hande’nin kafasındaki boynuzlu, acayip başlığı o tasarlamış, Hande de
belli ki çok beğenmişti. “Kafam çok güzel,” derken kast ettiği oydu; yanlış
anlaşılmasın.
Almışım elime aynı zamanda not defteri olarak da kullandığım
telefonumu, atmışım bacak bacak üstüne, çatmışım kaşlarımı, surat iki karış.
Arada bir kalemi çeviriyorum sağ elimin parmakları arasında eski işimdeki
saatler süren toplantılardan kalma bir derin düşünme ritüeli olarak. Alabildiğine
ciddiyim yani. Ne diye kalkıp zıplayayım? Oynamaya mı geldik? Tamam, sonlara
doğru su koyverip ayağa kalkmış, hatta yerimde bir takım tempo tutma, salınma
hareketleri de yapmış olabilirim ama konserin başından sonuna detay devşirme
sorumluluğumu da aksatmadım hiç. Rahat olun, yazacağım hepsini.
Hande Yener’i Açık Hava’da üçüncü kez seyredişimdi bu.
Başından söyleyeyim; daha az iddialı, daha doğrusu iddiasını gözümüze,
ağzımıza, burnumuza sokmayan bir konser verdi bu kez. Bunun sebebi sahiden
sadeleşme niyeti miydi yoksa masraftan kısmak ya da memleketin içinden geçtiği
şu karışık günlerde konser hazırlıklarına daha az zaman ayırmış olmak mı onu
bilemem. Ben neticeye bakıyorum. İşin şov kısmı şarkıların önüne geçmedi bu
defa. Şarkı seçimi de sıralaması da önceki konserlere göre çok daha iyiydi.
Konserin “timing”i, akışı ve temposu da öyle.
Konser 21:37’de başladı. Yani hayli geç. Niye mi? Dışarıda
güvenlik nedeniyle girişler kontrollüydü. Bir de tıpkı geçen senelerde olduğu
gibi bu sene de davetiyelerin verildiği gişenin önünde uzunca bir kuyruk vardı
ve çok yavaş ilerliyordu. Bir casus edasıyla kuyruğun arasından geçip giderken
konuşulanlara “kulak misafiri” oldum. Sahneye çıkacak dansçıların her birine
onar kişilik davetiye kontenjanı verildiği konuşuluyordu, ben duyduklarımın
yalancısıyım.
Bu defa “Mor” klibini anımsatan demir parmaklıklı, kafesli,
yangın merdivenli bir sahne tasarımı yapılmış, orkestra elemanları da dekorun
içine gömülmüş, meydan Hande’ye ve dansçılara kalmıştı. Onlar da meydanı boş
bırakmadıklar zaten gece boyunca. Hande bir kafesin içerisinde sahnenin
tavanından ağır ağır inerken orkestra “Mor”u çalmaya başlamıştı bile. Şarkının sahnedeki icrası sadece dekorla değil, Eser West'in sahneye çıkışıyla da klibe gönderme yapar gibiydi.
Hande Yener gecenin başından sonuna dek birçok şarkıda
koreografiye eşlik etti. Yani özellikle hareketli şarkılarda (ki çoğunlukla hareketliydi
repertuvar bu kez) bir şarkıcıyı çok zorlayabilecek bir işin üstesinden rahat
rahat geldi. Belli ki çok çalışmıştı. Tabii şu da var ki, başından sonuna canlı
şarkı söylemedi. Mesela (kulağım beni yanıltmadıysa) daha konserin ikinci
şarkısında, “Emrine Amade”de “playback” devreye girdi ve konser boyunca yer yer
tamamen, yer yerse “half-playback” yapıldığı dikkatli kulaklardan kaçmadı.
Zaten canlı çalan orkestranın altyapı desteği de vardı belirgin bir biçimde.
İçinde şovun da olduğu konserlerde dünyada da örnekleri olduğu üzere “playback”
ya da “half-playback” yapıldığı oluyor elbette, çok da şey etmemek lazım belki.
Birebir canlı söylediği şarkılarda Hande’nin performansı “playback”i
aratmıyordu ayrıca.
“Emrine Amade”nin ardından “Deli Bile” geldi. Sonra kısa bir
“hoş geldiniz” konuşması ve “Vah Vah”. Ardı ardına dört hareketli şarkı ile
seyircinin nabzını ele geçirmişti bile Hande. Geçen seneki kopukluklar, şarkı
arası boşluklar da yoktu bu defa. Her şarkıda ayrı bir kostüm, ayrı bir
cambazlık da yoktu. Bu da şarkılara odaklanmamızı sağladı. Konser boyunca
seslendireceği az sayıdaki yavaş şarkıdan biri, “Bilmiyor” vardı sırada. Hande
bu şarkıyı sahneden inip, protokolde oturan Altan Çetin’in yanında söyledi,
mikrofonu ona da uzattı. “Efsane adam” dedi Altan için. Bu arada Altan’ın
albümü de hazırmış ve çok yakında piyasada olacakmış (bir “remix” albümmüş bu.)
Onun haberini de aldım konser arasında sohbet ederken.
Bu arada konserden bir gün sonra gazete ve internet
sitelerinde çıkan haberlere Altan Çetin’in Twitter üzerinden isyan ettiğini
gördüm. Haklı olarak, konserin yarısından fazlasında şarkıları söylenen adamın konser
haberlerinde adının geçmemesine içerlemişti. Bu ülkede popüler müzik büyük
yüzdeyle magazin gazeteciliğinin ilgi alanına girdi/giriyor yıllardır. Haliyle
de işin popüler kültür ya da sanat boyutu değil, magazin boyutu yansıyor haberlere.
Basın bültenleri de buna göre yazılıyor. Şarkıların bestecisinin (ki Altan öyle
her dakika her yerde görünen, şöhret meraklısı bir adam asla değildir) konseri
izlemeye gelen sıradan bir dizi oyuncusu kadar haber değerinin olmaması bu
ülkeye mahsus bir garabet maalesef. Bunun da yeri gelmişken altını çizmek
lazım.
“Bilmiyor”dan sonra konserde bir bayrak mizanseni yaşandı.
“Mizansen” diyorum çünkü Hande’nin eline kulisten getirilen Türk bayrağı
verildiğinde, salonun bir kısmı da konserden önce koltuklara bırakılmış
bayrakları eline almıştı. Evet, gazetelerde çıkan haberlere inanmayın; salonun
hepsinde yoktu bayrak, sadece ön kısımda, yani kameraların görüntü sahası
içindeki alanda vardı. Hande de dâhil bayraklar elde, “Memleketim” söylendi bir
ağızdan.
Sonrasında bu defa uzunca bir konuşma yaparak protokol
sandalyelerinde oturan eşine dostuna teşekkür faslına geçti Hande. Ersay Üner,
Mert Ekren, Murat Dalkılıç, Polat Yağcı, Aylin Coşkun, Birol Tokat, Yeşim
Salkım, Onur Baştürk ve Ümit Sayın nasibini aldı bu teşekkür faslından. Hande
ve Ümit Sayın’ın birlikte bir şeyler yapacağını da öğrendik o arada. Yeşim
Salkım’a jest olarak “Hiç Keyfim Yok” şarkısından kısa bir bölümü “acapella”
söylemesi de pek hoştu. Böyle sadece ‘90’ların baba şarkılarından, sadece
şarkıcılığına vurgu yapan bir albüm yapar mı Hande günün birinde diye
düşünmedim değil. Ümit Sayın filan da demişken… “Vazgeç Gönül” filan geldi
aklıma… Keşke yapsa.
Teşekkür faslından sonra konserin tek oryantal şarkısı "Seviyorsun" geldi ve ardından sahneyi vokalistlerine bırakarak
gözden kayboldu Hande. Vokalistler, Özge Öztimur ve Altay Oktar, Ünlü’nün şu
meşhur “Rüya”sını söylediler birlikte. Ardından Hande kostüm değiştirmiş olarak
geldi ve “Acı Veriyor”u sahnenin sağ ve sol taraflarındaki yangın
merdivenlerine çıkarak söyledi. Etkili bir şarkı, etkili bir mizansenle sunuldu
böylece. Derken “Kışkışşş” başlamasın mı? İnsanoğlu hatalarını tekrarda ısrarcı
olabiliyor tabii bazen. Bizim yapabileceğimiz bir şey, kaçabileceğimiz bir yer
yoktu. Mecburen dinledik.
Şarkı bir Şaman ayinini andıran bir koreografi ile
seslendirilirken ben konser başlamadan önce arka taraflarda bir yerlerde
oturduğunu gördüğüm Taha Özer’i düşünüyordum. Hani Cicişlerle beraber özel
uçakla Umre’ye giderken, çarşaflı, ihramlı bir halde poz verip de fotoğrafın
altına “Son dönemlerde yaşanan ve ülkemizi etkileyen olumsuz olaylar ve tüm
kötülükleri def etmek için dua etmeye gidiyoruz, Allah kabul etsin,” yazan Taha
Özer. Meşhur “playboy”umuz.
Mesela Hande sahneye Taha’yı çağırsa o sırada,
cinleri beraber çıkarsalar, olumsuz olayları ve kötülükleri birlikte def
etseler şık olmaz mıydı? Olmadı tabii. Hande, Taha’nın orada olduğunun farkında
bile değildi muhtemelen. Eskiden gazinolarda şarkıcıların menajerleri salonda
kim var kim yok bakar, listesini sahneye çıkmadan şarkıcının eline
tutuştururlardı ki gelenleri onore ederken kimseyi es geçmesin. Ama o gazino
adabı kalmadı artık tabii. Protokol sandalyelerinde oturan Simge’yi de geç fark
etti mesela Hande.
“Kışkışşş”tan sonra “Bodrum” geldi. Bu iki şarkının arka
arkaya söyleneceğini bilseydim, bir kahve almaya gider gelirdim diye düşündüm.
Kahve içeceğimden değil, bu iki şarkı benim için “coffee break” şarkıları
olduğundan. Neyse… “Bodrum” geçen seneden farklı bir mizansen ama aynı
koreografi ile bitti gitti ve Hande sahneye Mert Ekren’i davet etti. Mert Ekren
“Merhaba Harbiye, eğleniyor muyuz?” diye sorunca ‘90’lardaki Mustafa Sandal
enerjisiyle, seyirci bir coştu tabii. O coşkuyla da “Kavuşabilir miyiz?”e
geçildi.
İki sene önce ve hatta geçen sene de Hande yere göğe
koyamadığı Berksan’ı çıkarmıştı sahnesine ama ne olduysa oldu, Berksan gözden
düştü sonra. Bakalım seneye Mert Ekren yine buralarda olacak mı diye düşünmeden
edemedim haliyle. Müzik magazin aleminde aşklar gibi arkadaşlıklar da saman
alevi misali hızlı parlayıp çabuk sönüyor zira.
Hande Yener’in son albümünde ilk kez bir bestesini
seslendirdiği Murat Dalkılıç da izleyiciler arasındaydı ve Hande onun
şarkısını, “Görev”i seslendirecekti şimdi. Haliyle Dalkılıç’ı sahneye davet
etti. Dalkılıç pek nazlandı, hazırlıksız olduğundan, Hande’nin ısrarına rağmen
iştirak etmek istemedi şova. 30 Ağustos’ta aynı sahnede kendi konseri olacağını
söyledi.
Sevimlilikle sevimsizlik arasındaki o ince çizgiye sıkışıp kalmış bir
şımarıklık kokusu geldi burnuma. Sonunda sahnenin kenarına oturdu, eline bir de
mikrofon tutuşturulunca mecburen eşlik etmek zorunda kaldı şarkıya. Alkış
kıyamet yerine geçti sonra.
Sırada “Aşkın Ateşi” ve “Kibir” vardı. “Kibir” aynalı bir dans
şovuyla sunuldu izleyiciye (aynı şov geçen sene de yapılmıştı.) Böylece yüksek
enerji ve tempoyla konserin ilk yarısı tamamlandı.
İkinci yarı ellerinde mızraklarla sahneye çıkmış dansçıların
eşliğinde, “Bu Kafayla” ile başladı. Şarkı benim tahmin ettiğimden daha fazla
benimsenmiş ve sevilmiş. Seyirciden aldığı reaksiyonu görünce buna kani oldum.
Mızraklı dansçı meselesi ise aslında gecenin bütününü sürükleyen konseptin bir
parçasıydı. Hande bir savaşçıydı. Bütün o kostümler ve gece boyu değişmeyen saç
modeli, koreografinin sertliği, aynı sertlikteki ışık kullanımı, ara ara
parlayıp sönen ateşler filan hepsi bir Tomb Raider atmosferini tamamlamak
içindi.
Doğrusu bu ya Hande Yener’in konser boyu enerjisi de Lara Croft’u
aratmadı. Hatta dans ederken yorulmayı bir kenara bırakın, zaman zaman sahnede
koştu, zıpladı, hopladı. Ara esnasında kuliste çevresindekilere “Ne yaptım ben
sahnede?” diye sorduğunu anlattı sonra. O derece kaptırmıştı kendini. Önceki yıllarda
konserlerde gördüğüm aşırı hırs ve telaşın yerini, dozunda bir kendinden
eminlik almıştı bu defa. Sezar’ın hakkı Sezar’a.
Sırada “Romeo” vardı ve o da yine geçen seneki demir
parmaklıklı koreografi ile seslendirildi. Konserin ikinci yarısına baştan aşağı
Swarovski taşlarla kaplı lame bir kostümle çıkmıştı Hande. Ancak daha ilk
şarkıdan itibaren kostümün taşları dökülmeye başladı ve Hande dans ettikçe ışıl
ışıl taşlar saçıldı her yere. Öyle ki bir süre sonra sahnenin üstü taşlarla
dolmuştu ve dansçılardan birinin kayıp düşmesi an meselesiydi. “Kelepçe”de bu riskle
söylendikten sonra ışıklar kararınca iki görevli hızlıca sahneyi temizlediler.
O esnada orkestra bir sonraki şarkının “into”suna girmişti ve tuhaf bir biçimde
şarkının ritmi ile temizlik görevlilerinin hareketleri uyum sağladı ve sahne
temizliği şovun bir parçası oluverdi. Seyirci de güldü doğal olarak. O sırada
sahneye çıkan uzun, tahta bacaklı adam (dansçı) da bu komikliğin üzerine geldi,
iyi oldu. Tabii uzun bacaklı adamdan da anlaşılacağı üzere sırada “Sebastian”
vardı.
Salonda en çok kıyamet koparan şarkılar ardı ardına geldi
sonra. “Sebastian”, “Alt Dudak”, “Kırmızı”, “Ya Ya Ya Ya”. Bu şarkıdan sonra
kısa bir süre ortadan kaybolan Hande, “Yalanın Batsın”a farklı bir kostümle ve
yazının başında bahsi geçen boynuzlu başlıkla girdi. Bu arada bu şarkının yeni
düzenlemesi çok iyiydi. Şarkı bugün bu haliyle yeniden piyasaya çıksa, kimse
2000 yılında bestelendiğini hatırlamaz, o derece.
“Acele Etme”, “N’aber”, “Hani Bana” ardı ardına söylenirken
bütün salon bir daha oturmamak üzere ayaklanmıştı çoktan. Geçen seneki
konserlerin en büyük eksiği giderilmişti böylece. Tansiyon giderek yükselmiş
bir daha düşürülmemişti. Öyle ki Hande “Yoruldunuz mu?” diye sordu seyirciye ve
“Hayır,” cevabını alınca, “Bir ateşim daha var,” dedi. “Kendi yapımım,” diye
anons etti oğlu Çağın Kulaçoğlu’nu. Sahneye getirilen “dj” masasının arkasına
geçen Çağın’ın gelişiyle birlikte ortam Sebastian Beach’e bağladı, ses
yükseldi, ritim arttı. “İki Deli”nin Serdar Ortaç’sız versiyonu ve “Biri
Kaybediyor” anne-oğulun performansıyla sunuldu izleyiciye. Tabii ki Hande
“playback” yaptı bu şarkılarda, o sırada da oğluyla karşılıklı dans etti.
İnsan baba olunca böyle görüntüler karşısında ister istemez
bir sevgi kelebeğine dönüşüp, duygulanıveriyor. Bir de konser boyu yan gözle
sol tarafımda bir yerlerde oturan Çağın’ı gözlemlemişim. Sosyal medya
paylaşımlarında egosu kendinden önce büyümüş izlenimi veren genç adamın
annesinin şarkılarına eşlik edişini, o coşkusunu, içtenliğini görmüşüm.
Annesinin sahnesine “dj” olarak çıkınca yanımda yöremdeki herkes gibi ben de ayaklanmış,
olduğum yerde ufak ufak salınıyorken bir yandan da nemli gözlerimi silmiş
olabilirim çaktırmadan (üstüne üstlük bizim kızı da iki gün önce yolculamışız
ya yaşadığı ülkeye.) “İki deli bir araya gelmemeliydik,” şarkısında bile hicranlanabilmek
için önce baba olmalı, sonra da benim yaşlarıma gelmelisiniz; o yüzden halet-i
ruhiyeme şimdiden gülmeyin isterseniz.
Çağın’ın ve “dj” masasının sahneden çekilmesinden sonra
dansçılar geri geldi ve konser başladığı gibi, yani “Mor”la bitti. “Bis”
olmadı. Enteresan bir biçimde o coşkulu seyirci daha fazlasını istemedi
Hande’den. Sanırım enerjinin doğru kullanımı ile ilgili bir şeydi bu. Doymuştu
seyirci. Dozunu almıştı. Protokolde gördüğü ünlülerle resim çektirmek ve mümkünse
kulise de girmek için çabalayan gençlerin arasından atanamamış Hakkı Devrim
edasıyla geçip çıkışa yöneldim.
“Yaş ilerledikçe artık romantik olamıyorum,” demişti Hande konserin bir yerinde. “Evet, duygusal bir insanım. Sık sık ağlıyorum. Mutlu olunca, hüzünlenince… Ama hiç romantik bir insan değilim.” Biz onu anlamıştık zaten seçtiği şarkılardan. Zaten bu aralar romantik olacak ne halimiz ne de mecalimiz vardı. Biraz gündemden uzaklaşmak, biraz eğlenmek, hatta “kopmak” istemiştik. Eh, konser de bu anlamda hayal kırıklığı yaratmamıştı neyse ki. Boynuzumuz yoktu belki ama artık bizim de kafamız güzeldi. Evlerimize dönebilirdik.
AĞUSTOS 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder