"ACILARIN
KADINI" DALİDA
Trajik bir hayat hikâyesi… Etkileyici sesi, çarpıcı
fiziğiyle kendine baktıran, izleten, büyülü bir kadın… Dünya çapında bir
şöhret, milyonlar satan plaklar, ihtişam, para, tutkulu ama hep fırtınalı
aşklar, hayran bakışlar ve çılgınca alkışlar içinde yaşanan çaresiz bir
yalnızlık, güçlü görüntüsünün ardında, zaafları ve yoksunluklarıyla hayata
tutunmaya çabalayan ve bunu başaramayacağını anladığında hayatına kendi
isteğiyle son veren bir kadın.
Kahire’nın fakir semtlerinden birinde yaşayan İtalyan
göçmeni bir ailenin kızı olarak dünyaya gelir Dalida ya da gerçek adıyla
Yolanda. Küçük yaşında taktığı gözlükleri nedeniyle arkadaşlarının dalga
geçtiği Yolanda, genç kızlığa doğru yol aldığında kendine has arızalı güzelliğiyle
önce bir güzellik yarışmasında birinci olur, sonra da sinemada boy gösterme
fırsatını yakalar. Valizini toplayıp Paris’e uçtuğunda, gün gelip dünyanın
görüp göreceği en görkemli yıldızlardan biri olacağını hayal etmiş midir
bilinmez. Kader ağlarını örer ve Barclay firmasıyla imzaladığı sözleşmenin
ardından 1956 yılında ilk 45’liği “Madona / Guitare Flamenco” piyasaya çıkar.
Aynı yıl yayımlanan beşinci 45’liği “
Bambino / Aime-Moi” ile bir anda Fransa çapında şöhreti yakalar. Bir
Napoliten halk şarkısı olan “Bambino”, Dalida’nın dilinde dönemin en popüler
şarkılarından birine dönüşür.
Böyle başlar Dalida’nın romanları, film senaryolarını
aratmayan hikâyesi. Olsa olsa filmlerde olur, romanlarda olur diyeceğiniz
türden bir olay örgüsüyle devam eder sonra. 1987 yılında hayata veda eden
Dalida’nın hayat hikâyesinin 30 yıl sonra karşımıza bir sinema filmi olarak
çıkması boşuna değil. Öyle bir dramatik örgü var ki hikâyede, bir belgesel film
yetersiz kalırmış anlatmakta ya da Dalida’yı yakından tanımak, anlamakta.
Dalida filmi Türkiye’de geçtiğimiz günlerde gösterime girdi.
Film bir Fransız kadın yönetmen, Lisa Azuelos tarafından çekilmiş. Azuelos aynı
zamanda filmin senaryosunu da yazmış. Senaryoyu yazarken Jaquess Pessis ve
Dalida’nın erkek kardeşi Orlando’dan destek almış, ayrıca Catherine Rhoit’in
Dalida hakkında yazdığı kitaptan da istifade etmiş. Filmde Dalida’yı ona epeyce
benzeyen İtalyan manken ve oyuncu Sveva Alviti canlandırıyor.
Buraya kadar tamam. Eldeki malzeme müthiş. Hem dramatik, hem
görsel, hem de işitsel yönden. Dalida’nın sadece müzik kariyerini anlatsanız
bile etkileyici bir müzikal film çıkarmış. Çünkü Dalida 1956 yılından 1987
yılına kadar müzikte, müzikal anlayışta, gösteri dünyasında ve modada, giyim
kuşamda yaşanan bütün değişimlere kendini adapte edebilmeyi bilmiş bir yıldız. Sesi
ve görüntüsündeki kendine haslığı hiç değiştirmeden değişebilmiş ve zamana ayak
uydurabilmiş ki bundan da tek başına bolca malzeme çıkarmak mümkün.
Ama bir de çok dramatik bir özel yaşamı var Dalida’nın. Hani
“acıların kadını” dense yeri. Ne ki tam da bu noktada zorlanmaya başlamış film.
Çok fazla şey anlatmaya çalışırken karakterlerin derinine inmeye fırsat
bulamamış. Başta Dalida’nın hayatından geçen erkeklere hangi itkilerle ve nasıl
âşık olduğu olmak üzere, ne onu keşfeden menajeriyle sevgili olduktan ve hatta
evlendikten sonra aralarının neden bozulduğunu, ne menajeriyle evliyken âşık
olduğu genç şarkıcı Luigi Tenco ile ilişkisinin boyutlarını, ne Luigi’nin neden
intihar ettiğini filan anlayabiliyorsunuz tam olarak.
Dalida annesi ölünce
ağlıyor ama annesinin Dalida’nın hayatındaki yeri ve önemine dair neredeyse hiç
vurgu yok. Seyirci için annesi bir yabancı sadece. Aynı şekilde babasıyla
ilişkisi sorunlu belli ki, hatta erkeklerle ilişkilerindeki sorunun temelinde
de bu var ama onun da detayları yok.
Bunlar ve bunlara benzer nice mesele var ki hep havada
kalıyor ve siz filmden çıktıktan sonra Dalida’nın hayatına dair detaylı bir
biyografi okuyarak eksikleri tamamlama ihtiyacı hissediyorsunuz.
Yine de her müzikseverin izlemesi gereken bir film Dalida.
Çünkü çok başarılı imitasyonlarla bir dönemi yeniden canlandırıyor her şeyden
önce. Bunu şahane şarkılar eşliğinde yapıyor üstelik. Sizi bir şeylerden
haberdar ediyor, uyarıyor, dürtüyor bir yandan. O şarkıları dinlemek, o
görüntülerin orijinallerini izlemek, o hayat hiâayelerini daha ayrıntılı
öğrenmek hevesiyle çıkıyorsunuz filmden.
Film Türkiye’de “Yere iner mi gökteki yıldızlar?” alt
başlığıyla gösterime girdi. Sebebi belli: Filmde kullanılan şarkılardan biri de
Dalida’nın Alain Delon’la birlikte seslendirdiği “Paroles Paroles” adlı şarkı. Bu
şarkının Fikret Şeneş tarafından “Palavra Palavra” adıyla Fransızca
versiyonundan etkilenerek son derece zekice yazılmış Türkçe sözlerinde geçen
cümlelerden biridir bu. Aslına bakarsanız Dalida bir “cover” şarkıcısı, bir
yorumcu ve yıllar boyunca hep daha önce başka dillerde söylenmiş şarkıları
Fransızca sözlerle yeniden seslendirdi (Ajda Pekkan’le tek benzerlikleri bu
değil.) “Paroles Paroles” de bunlardan biri. Şarkının orijinal İtalyanca
versiyonunu ilk seslendirense Mina ve Alberto Lupo.
Bu şarkı cümlesinin filmin afişinde de kullanmış olmasına
bir hoşluk olarak mı bakarsınız yoksa ticari bir akıllılık mı, orası size
kalmış.
HÜZÜNLÜ VE DERİN MAVİ: "BLUE"
Belgesel yapmanın nasıl zor iş bir iş olduğunu ucundan
kıyısından biliyorum. Tabii televizyon ve sinema çok başka disiplinler ve çok
farklı tekniklerle çalışan iki mecra. Benim belgesel tecrübemse hep televizyon
tarafında oldu. Bir de yazılar, araştırmalar işte biliyorsunuz. Ancak o kadar
tecrübemle bile diyebilirim ki Türkiye şartlarında geçmişe dair bir şeyleri
derleyip toplayıp okunur ya da izlenir hale getirmek epeyce uğraş istiyor.
Hangi birini anlatayım? Dönemsel olarak artan veya azalan ve
ne çare ki belirli kütüphaneler ve sayılı arşivci haricinde arşivlenmemiş
basılı yayın eksikliğini mi, olan kısıtlı basın yayın arşivindeki bilgilerin
gerçekleri ne kadar doğru anlattığının teyit edilememesi çaresizliğini mi?
Konuşmak, röportaj yapmak üzere görüştüğünüz kişilerin (araştırdığınız dönemin
şahitlerinin) detayları hatırlamaması neyse de yanlış hatırlaması ya da bile
bile farklı anlatmasının işi içinden çıkılmaz hale getirmesini mi yoksa bir
amaca hizmet etmeye değil, yapılacak işten kar gütmeye niyet edenleri mi? Çok
zor çok…
Bu zorlukları biraz bilen birisi zaten Türkiye’de çekilecek
ve geçmişte kalmış bir dönemi anlatacak bir belgesel filmi çok da büyük
beklentilerle izlemeye koyulmaz. Ben koyulmadım şahsen. Blue filminin galasına
gittiğimde de beklentim düşüktü nitekim.
Filmin çalışmalarından bir süredir haberdardım. Film yapım
ekibinin epeyce zorlu yollar aştığını da duyuyor, okuyordum. Filmi tamamlamak
için gösterdikleri insanüstü çabayı ne kadar alkışlasak az. Kim bilir kaç
benzeri proje yarı yolda kaldı böyle yıllardır. Belki de ilk kez birileri yolun
sonuna kadar gitme cesaretini gösterdi. Güverte Film, yapımcı Suzan Güverte,
yönetmen Sertan Ünver ve bütün ekip, yapıma çeşitli aşamalarda destek çıkan tüm
sponsorlar sayesinde Blue filmi geçtiğimiz hafta sinemalarda gösterime girdi.
Blue, dünyaca çapında iki Türk müzisyeni, Yavuz Çetin ve
Kerim Çaplı ve onların çaldıkları Blue Blues Band ekseninde Türkiye’nin ’90
yıllardaki “rock” müziğini, ve bu müziğin (tabiri caizse) yeraltından yerüstüne
çıkışını anlatıyor. Oldukça enteresan ve bence dünyanın herhangi bir ülkesinde,
herhangi bir müzikseverin bile ilgisini çekebilecek bir hikâye bu. Bilmeyenler
için epeyce şaşırtıcı, öğretici, bilenleri epeyce duygulandıracak, burunlarını
sızlatacak detaylar içeriyor. Dahası hem Kerim Çaplı hem de Yavuz Çetin’in
birbirine de benzeşen dramatik ve mutlu sonla bitmeyen hayat hikâyeleri
müziksever olmasanız bile ilginizi çekecek, kalbinizi burkacak detaylarla dolu.
Tüm bunları bir film boyunca (bir metin ve bir anlatıcı
olmaksızın ve dahi canlandırma yapmaksızın) anlatırken bunu elinizdeki çok az
görsel malzeme ile yapabilmekse filmin en büyük başarısı. Evet, çokça röportaj
var ve röportajlar için Amerika’ya dahi gidilmiş, epey uğraşılmış ama
röportajlarda sarf edilmiş cümleleri bir kurgunun içine yerleştirirken dramatik
yapıyı koruyabilmek çok ciddi bir mesele. Pekala çok dağınık, sıçramalarla dolu
bir şey de çıkabilirdi ortaya. Ama öyle olmamış. Kimsenin başından sonuna
anlatmadığı dört ayrı hikâyeyi, Yavuz Çetin’in, Kerim Çaplı’nın, Blue Blues
Band’in ve ‘90’larda Türkiye’de “rock” müziğinin hikâyelerini çok akışkan ve
zekice yapılmış bir kurguyla birbirinin içine geçmiş bir şekilde ayrı ayrı öğrenmiş
olarak çıkıyorsunuz filmden. Röportajlardan seçilmiş her cümle, kullanılan her
görsel, her müzik yerli yerinde bütünü tamamlıyor çünkü.
Bazen gülüyorsunuz, bazen gözleriniz buğulanıyor. Bazen
hayıflanıyorsunuz, bazen mutlu oluyorsunuz. Yani bir belgesel film değil, bir
kurgu film izlemiş kadar oluyorsunuz ki bence bir belgeseli izlettirecek en
önemli unsur da bu. Hele ki kuru bilginin giderek gözden düştüğü bu zamanda.
Tabii ondan da önemli bir şey varsa, kullandığınız geçmişe
dair her bilginin mutlak doğru olması, faraziyelere, yuvarlamalara, öyle
hatırlamalara dayanmaması. Blue filmi bu açıdan da çok özenli, çok temiz bir
iş. Bu noktada filmin danışmanlığını üstlenen Yekta Kopan’ı da tebrik etmek
lazım.
Ne eksik ya da ne kusurlu? Bence filmin en büyük dezavantajı
ismi. Türkiye’deki ortalama sinema seyircisini tavlayacak, filmde ne
anlatıldığını bilmeyenlere de cazip gelecek, izlemeyi önerecek bir isim değil
Blue. Sanatsal açıdan çok doğru, filmi çok iyi anlatan bu isim, gişe açısından
bir risk olmuş bence. Ona keza afiş de öyle.
Kusur derseniz de böylesi işler hakkında hep bir vıdı vıdı
etme bahanesi bulunur. Ama bence önümüze kırk yılda bir getirilebilmiş böylesi
bir işe vıdı vıdı etme lüksümüz yok, olmamalı da. Ona harcayacağımız enerjiyi
filmi daha çok insan izlesin diye harcamak yerinde olur.
MAYIS 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder