MABEL MATİZ
HARBİYE AÇIK HAVA TİYATROSU KONSERİ 29 TEMMUZ 2018
Havada, ışıl ışıl, pırıl pırıl konfetiler uçuşuyor, Mabel
sanki üç saati aşkın süredir sahnede şarkı söyleyen o değilmiş, hiç yorulmamış,
hiç nefesi kesilmemiş gibi çılgınca dans ediyor, alkışlar durmak bilmiyordu.
Bazı konserler öyledir. Konser olmaktan çıkar, binlerce kişinin birlikte
hissettiği coşku ve mutlulukla bir ayine dönüşür bir yerden sonra. Biz
mutluyduk, Mabel mutluydu. Onu en iyi ben anlıyordum.
Tam bir hafta önceydi. Harbiye Açık Hava Tiyatrosundan
sadece birkaç yüz metre aşağıda, bir başka konser ve gösteri alanında,
Küçükçiftlik Park’ta, hemen hemen aynı saatlerde, hayatımın en mutlu
gecelerinden birini yaşıyordum. Tıpkı bir hafta sonra Açık Hava’da Mabel’in
yaşayacağı gibi.
Çocuksunuzdur ya da büyük fark etmez. Bazen bir şeye özenir,
bir yerde, bir anda, belki birinin yerinde, bir işin içinde olmak istersiniz.
Ne buna yetecek gücünüz vardır henüz ne de yaşadığınız hayatın karşınıza böyle
bir fırsat çıkarma ihtimali. Mesela harçlığınızdan biriktirdiklerinizde
aldığınız Açık hava konser biletiyle oturduğunuz yer salonun çıkış kapısına
yakın sıralarıdır da oradan kuş bakışı izlerken konseri, eşlik ederken söylenen
şarkılara, o sahnede olmak isterseniz, hiç hesapsız. Ya da sahnede
izleyemediğiniz bir müzikalin televizyon versiyonunu dalıp gitmişken siyah
beyaz ekranda, Alice misali süzülmek istersiniz ekranın içine. O göz
kamaştırıcı oyuncuların, o şahane kostümlerin, dansların, şarkıların bir
parçası olmak… Kısa bir an… Belki hayal bile kuramayacak kadar kısa bir an…
Bir hafta önce Küçükçiftlik Park sahnesinde Seninle Başım
Dertte müzikalinin yazarı olarak sahnedeydim. Bir hafta sonra Mabel Matiz,
Harbiye Açık Hava sahnesinde verdiği ilk konserde sahnedeydi. Onu en iyi ben
anlıyordum.
Eni konu heyecan duydum konser başlamadan. Mabel’in bu çapta
bir konserin üstesinden gelebilecek yetkinliğe çoktan eriştiğinden şüphem yoktu
belki ama onun yıllar içindeki yolculuğuna, başarı öyküsüne başından bu yana
şahit olmanın verdiği babayani sahiplenme duygusu bir konser izlerken kaşlarımı
çatarak kusur arama şeklinde tezahür eden mesleki deformasyonuma mâni olacaktı,
bunun farkındaydım. Nitekim öyle de oldu. Kaş çatmak ne kelime; mutlu mutlu
gülümsedim durdum konser boyunca.
Perdesiz sahne sevmiyorum; ona bir kere daha kanaat
getirdim. Konser ya da gösteri, her neyse, başlamadan önce sımsıkı kapalı duran
o perdelerin yarattığı gizemi seviyorum. Perde açılırken sahneden yükselen
kokuyu, gözüme dolan ışığı, rengi, sesi, derinlik hissini seviyorum. O gece
perde henüz kapalıyken Nazım’ın bir rubaisini okuyan Mabel’in sesini,
orkestranın “intro”sunu da sevdim. Perde açıldığında dans grubuyla beraber dans
ederek seyirciye görünen Mabel’i de. Son albüm “Maya”nın görsel estetiğine
uygun bir biçimde kilimler asılmıştı sahneye. Orkestranın, Mabel’in ve
dansçıların kostüm uyumu, renkler, ışıklar, her şey abartısız ama göz alıcıydı.
Açılış şarkısı “Ya Bu İşler Ne?” oldu. Hemen ardından yeni
albümden “A Canım”la devam etti Mabel. Konser boyunca yeni albümün tamamına
yakınını seslendirecekti ama şimdi sırada Mabel’in ana akımda kabul görmesine
neden olan şarkılardan biri, bir Yıldız Tilbe “cover”ı olan “Aşk Yok Olmaktır”
vardı. Bu şarkıya başlamadan önce Açık Hava’da konser veriyor olmasını kast
ederek seyirciye “Gerçek mi bu?” diye sordu Mabel. Çok alkışlandı. Seyirci dosttu,
ahbaptı, eşti, akrabaydı o dakika. Mabel hepsinin çocuğuydu sanki. Onlar da
çocuklarının mürüvvetini görmeye gelmişlerdi. Bu yüzden, başka türlüydü… Nasıl
desem… Şefkatliydi alkışlar.
“Yaşım Çocuk”un hemen ardından çocukluğunun hikâyesini
anlattı Mabel. Tır şoförü olan babasını kardeşi ile birlikte nasıl beklediklerini,
o bekleyişlerin hüznünü, güzelliğini… “Babamı Beklerken”di bu hikâyenin
şarkısı. Gözyaşlarına mâni olamadı söylerken. Hangimiz çocukluğumuzun bir
yerlerinde babamızı beklememiştik ki… Bizimkiler babamın görevi nedeniyle
Kıbrıs’a gitmişti. Ben ilk okula başlamıştım o sonbahar. Anneannemlerde,
Üsküdar’daki evde kalıyordum. Bir akşamüstü sokakta oynarken, yokuşun başında
babamı gördüm. Muzip bir adamdı; severdi sürprizler yapmayı. Demek haber
vermeden çıkıp gelmişti. Nasıl can havliyle koşarak inmiştim yokuşu. Uzaktan
babam zannettiğim adama doğru… Değildi. Ama ben babamı çok özlemiştim. Yedi
yaşımın bu buruk anısı bugün dahi çıkmadıysa aklımdan, “Babamı Beklerken”
şarkısının adı bile insanın canını acıtmaya yeterdi.
Can acıtan şarkılar “Çukur” ve “Zor Değil”le devam etti. Sonra
uzun süredir mustarip olduğu alerjiden bahsetti Mabel. Kaç doktor dolaşmış,
neye alerjisi olduğu bulunamamıştı. Terapisti koymuştu teşhisi en son: “Senin
dünyaya alerjin var!”
Ardı ardına söylediği “Atlar Yoruldu” ve “Dualar Değişir”,
bu şarkıları yazan genç adamın terapistini haklı çıkarır gibiydi. İyi ki de
öyleydi.
“Isırılmış yerlerinden
gülüyorsun bana
Metalin, betonun, asfaltın bu korkunç ormanında
Ben de sıkıldım bu seslerden, yollarımızdaki kafeslerden
Anlamıyorsan bile olsun gel, sıyrılalım örtümüzden”
Peşi sıra önce “Gel”, ardından “Sarışın”la devam etti
konsere Mabel. Seyircinin ezbere bildiği bu iki şarkının ikincisinde onların
arasına indi, salonda dolaştı. Tekrar sahneye çıktığında ise Sabi Saltiel’i
davet etti yanına. “Maya” albümünün prodüktörlüğünü Mabel’le birlikte üstlenen
Saltiel, yakın geleceğin parlak müzisyenlerinden biri olarak adından çokça söz
ettirecek, ona şüphe yok. Müzik eğitimini Berklee Müzik Akademisi’nde aldıktan
sonra bir süre Amerika’da çalışmalarına devam eden Saltiel, genç yaşına rağmen
müziğimiz için bir kazanç olacağını “Maya” ile gösterdi.
Sahnede “Öyle Kolaysa” çalınırken gitarıyla orkestraya eşlik
etti Sabi Saltiel. Mabel Matiz’in Sıla ile birlikte yazdığı “Sarmaşık”
çalınırken ise bu defa Mustafa İpekçioğlu cümbüşüyle renk katıyordu bu güzelim
şarkıya. Mabel şarkının hemen ardından Sıla’ya teşekkürü ihmal etmedi. “Gecenin
ilerleyen saatlerinde bir sürpriz olabilir,” dedi bir de. Seyirci kaçın kurası;
herkes anladı tabii sürprizin ne olacağını.
Sonrasına bir potpuri yaptı Mabel. Eğlenceli ve yüksek
tempolu bu potpuride ardı ardına “Lambaya Püf De”, “Hey On Beşli”, “Şeker
Oğlan” ve “Cartel” söylendi. İçine “Cartel”in de dâhil edildiği bu türküler
buketi hiç de alakasız durmadı zira Mabel şarkılarının temel izleği başından
beri bu coğrafyanın renklerini taşımıştı, taşıyordu zaten.
Konserin ilk yarısı “Maya”nın en sevdiğim şarkılarından
biriyle, “Ayrılık Buna Denir”le gayet coşkulu bir biçimde sona erdi.
Sahneye çıkanın, ışıklar altında alkış duyanın bakışları
değişir zamanla. Çekingenliğin yerini meydan okuma, utanmanın yerini kendinden
emin olma, bazen kurnazlık, hesapçılık, bazen minnet ve şükür ama en çok da “ben
hepinizden farklıyım”a inanmışlık açık eder kendini sahnedekinin gözlerinden. Hepsiydi
ya da hiç biriydi… Ama “deli deli” bakıyordu Mabel. Bu pek azında olur. Zekânın
ve farkındalığın delirttiği gözler, sahne ışıklarını deler geçer, oturduğunuz
yerden sizi görür, içinizi okur. İlk yarıda muhtemel bir teknik hata sonucu
Mabel’in sesini net duyamamış, şarkı sözlerinden çok orkestranın çok
profesyonel performansına odaklanmak zorunda kalmıştık oysa. Ama Mabel şarkı
söylemiyor, orada duruyor olsa bile bize bakıyordu ya öyle “deli deli”; savunmasızdık
karşısında, çoktan teslim olmuştuk.
İkinci yarıda siyah kostümü ile sahnede göründü Mabel ve
ardı ardına “Maya”nın sıkı şarkılarını söyledi. “Fırtınadayım”, “Mendilimde
Kırmızın Var”, “Boyalı da Saçların”, “Yaban” ve sonrasında “Canki”. Her bir
şarkıyı nasıl ruhundan, canından, içinden kopararak yazdığını anlıyordunuz izlerken.
Öyle bir iştahla, şevkle, arzuyla söylüyordu. Daha yeni çıkmış bir albümden bu
kadar çok şarkıyı arka arkaya sıralamak riskli olabilirdi ama olmadı. Seyirci
hepsini çoktan öğrenmişti bile.
“Canki”nin bir parça vahşi, bir parça edepsiz, bir parça da
agresif havasının hemen ardından sahnenin yanındaki ekranlarda uysal, edepli, sakin
bir Mabel görünüverdi. Bir Göksel konserinin kulisinde çekilmiş, yıllar
öncesine ait bir videoydu bu. Derken Göksel bir su damlası zarafetiyle sahnede
belirdi ve o su damlasının sesi Mabel’in sesiyle birleşip denize bıraktı bizi.
“Denize Bıraksam” söylendi, iki arkadaşın seyirci önünde arkadaşlıklarını
kutsamasına şahit olundu.
Göksel veda ederek sahneden ayrıldıktan sonra Mabel konsere “Ahu”yla
devam etti. Ardından da “Alimisema” ve “Fena Halde Bela”yı birbirine bağlayarak
tempoyu hızlandırdı iyice. Sonrasında yine yeni albümden “Mükemmeli” geldi.
Ve sırada beklendiği üzere Sıla vardı. Yine bir dostluk
kutsaması ve yine iki üretken insanın ortaklığından doğmuş bir şarkı. Hayır,
hayır, bu defa iki şarkı… Önce “Muhbir”, ardından “Sarmaşık”. Her ikisi de
kendi ait bir üslubu ve dili olan şarkı yazarlarının, kendine ait bir şarkı
söyleme biçimi olan şarkıcılarının işbirliği zordur hatta yıkıcıdır kimi zaman.
Ama tıpkı Göksel gibi Sıla da çok yakışmıştı Mabel’e ya da Mabel her ikisine.
Öyle olmasa bu şarkılar bu kadar sevilmezdi. Bu bir bakışta anlaması zor ortak
payda üzerine kafa yormak lazımdı o vakit.
Yine “Maya”dan “Pembe”, “Comme Un Animal” ve “Yıldızların
Peşinde” ardı ardına gelirken konserin de sonu gelmişti. Dile kolay, üç saati
aşmıştık. Ve “Yıldızların Peşinde”deki performansına bakılırsa Mabel bir o
kadar daha sahnede kalabilecek enerjideydi. Konserin başındaki heyecanını
atmış, adrenalini giderek artmıştı. Bir konser için sürenin fazla uzun olması
mazur görülebilirdi bu yüzden. Kaldı ki seyirci de yorulmamış olmalıydı. Zira
Mabel’in veda etmesi, perdenin kapanması filan işe yaramadı. Alkışlar susmadı,
perde tekrar açıldı, Mabel tekrar sahneye çıktı. “Bis”de “Ya Bu İşler Ne” ve
“Yıldızların Peşinde” tekrar edildi.
Kuliste Mabel’in bugünlere gelmesinde kendisinden sonra en
büyük pay sahibi olan menajeri Engin Akıncı ile sohbet ettik ayaküstü. “Siz o
ilk günleri biliyorsunuz,” dedi. İlk albüm sonrası küçücük bir bodrum kat
barında verdiği konseri hatırladık, duygulandık. Üzerini değiştirdikten sonra
Mabel de geldi. Gözlerindeki sevinç pırıltıları, az önce konserde etrafa
saçılan konfetilerin ışıltısından daha parlaktı. Onu en iyi ben görüyordum.
O gece o konserde sahnede sadece Mabel Matiz yoktu. Sezen
Aksu da vardı, Barış Manço da, Kayahan da vardı, Cem Karaca da… Zeki Müren,
Müzeyyen Senar, Ajda Pekkan… Her birinden bir ses, bir söz, bir duygu, bir an
değip geçmişti sıcaktan nemlenmiş tenlerimize, kalplerimize. Her birinden el
almıştı sahnedeki genç adam sanki. Kuliste “Mabel”e “Senin yerin onların yanı
olacak zamanla,” derken abartmıyordum. İçimdeki his öyle söylüyordu.
Masal bu ya… Bir küçücük Mabelcik varmış… Kendini bildi
bileli “yıldızların peşinde” koşmuş… Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş…
Bir de bakmış ki ne görsün?.. Kendisi bir yıldız oluvermiş. Sonra gökten üç…
Hayır hayır, üç değil; bu defa binlerce elma düşmüş. Konserden çıkan herkesin
artık bir elması varmış.
Peki ben kendi elmamı ne mi yaptım? E sizinle paylaştım ya
işte!
TEMMUZ 2018
Mabel ve konseri o kadar güzel ve içten ve sade anlatmış ki Yavuz Hakan Tok eline ve diline sağlık. Türk müziği bu donemde mükemmel kalite ve seste içten birisini Mabel i kazandı onu çok seviyoruz. Ailem adına yazdığımı bilmenizi isterim.
YanıtlaSilVallah ellerinize sağlık okurken hem duygulandım hem de sevindim iyi ki yazmışsın
YanıtlaSil