DUMAN
KONSERİ HARBİYE AÇIK HAVA TİYATROSU 30 TEMMUZ 2018
Tam önümüzde Kaan Tangöze’nin annesi, babası oturuyordu.
Civarda da diğerlerininki vardı belki; yaşı kemale ermişlerin protokolden bilet
alıp geleceği bir konser olmadığına göre Duman konseri, akraba tayfasından
olmalıydı 60 yaş üstü şık giyimli, bakımlı baylar bayanlar. Oysa bizim çocuklar
(Duman’ı kast ediyorum) hiç de şık giyimli değildi. Bakımlı deseniz o da değil…
Kaan’ın üstünde alelade beyaz bir tişört, altında bir eşofman vardı mesela. Ari
deseniz işte siyah tişört, diz yeri yapmış siyah kot, belli ki epeyce giyilmiş
bir spor ayakkabı filan işte… (Batuhan’ı ayrı tutarım; o zaten Norveç
dolaylarından gruba iltica etmiş gibiydi yine.) Ve fakat onlar Duman’dı. Şayet
o kadar şıklığa meraklıysam bir gün sonraki Erol Evgin konserini beklemeliydim.
Yalnız şunu söyleyeyim; Kaan’ın annesi Duman’ın bütün
şarkılarını ezbere biliyormuş, onu bizzat gözlemledim. Sahnede çalınan her
şarkıya eşlik etti vallahi.
Sahnede atlayan zıplayan dansçılar, arkada dev “led”
ekranlar, tasarım harikası dekorlar, özel dikilmiş kostümler, arada bir
patlayan ateşler, sisler, konfetiler filan olmadan kocaman bir sahne nasıl
doldurulur? Peki kocaman Açık Havayı dolduran insanlar nasıl üç saat orada
tutulur? Kolay mıdır bu? Söz konusu olan Duman’sa kolaymış. Onu gördüm.
Sadece dört kişi, dört enstrümanla, altyapı ve bilgisayar
desteği de almadan çalıp söylese de olurmuş. Onu da gördüm. Gördüm görmesine
ama memlekette bunu yapabilecek kaç grup, kaç kişi, kaç müzisyen sayabiliriz
başka, onu da düşündüm tabii.
Bazen bazı şeyleri fazla düşündüğümü düşünüp kendime kızdığım
oluyor. Abi otur tadını çıkar işte konserin değil mi? Ne diye bakıyorsun
Ari’nin kotuna, Kaan’ın annesine, sahnedeki “case”lerin üzerinde duran ve
birinin içinde su rengi, diğerlerinde portakal rengi sıvılar duran, çocukların
gelip gidip o sıvılardan bir fırt aldığı şeffaf bardaklara? Detaylarda niye
boğuluyorsun yani?
Şaka şaka… Konserin tadını çıkardım tabii. Çıkarılmayacak
gibi değildi ki. Tertemiz, canavar gibi, cayır cayır gitarlar, gümbür gümbür
davul, Kaan Tangöze’nin kendine münhasır çakır keyif şarkı söyleme biçimi ve
gayet “rock’n roll” bir ergen ve ergen üstü tayfanın çığlık çığlığa eşlikleri.
Gümbür gümbür davul demişken… Mehmet Demirdelen’in (davulcu) yerinde ben
çalıyor olsaydım o gece (ki hiç çalamam, o ayrı) ertesi sabah en yakın hastaneye
kaldırılmıştım herhalde. O nasıl azimle çalmak ve hiç yorulmamaktır bilmem.
O yorulmamak hali şeffaf bardaklardaki sıvılarla ne kadar
ilgiliydi onu bilemem ama gruptaki diğer üçü de Mehmet’ten farklı değildi bu
arada. Aslında hiç zahmet etmelerine gerek yoktu. Şöyle ki; zaten her şarkıyı
daha ilk notasında, hatta ilk davul atağında tanıyan ve hemen ilk kelimesinden
söylemeye başlayan bir seyirci vardı Açık Havada. Ne yaparsın? Piyano piyano
çalarsın, atarsın topu da seyirciye, söylesin dursunlar. Ohhhh mis! Sen diye sololar
atacağım, enstrümanımı coşturdukça coşturacağım diye ter dökersin ki Temmuz
sıcağında? Alacağın para aynı değil mi?
Öyle değil işte. Adamlar zevk alıyorlar yaptıkları işten.
Onlar kendileri mutlu oluyor. Öyle ki seyirciden bağımsızlar sanki. Kendi
kendilerineler. Hatta Ege (kızım) şey dedi arada: “Babalarının garajında kendi
kendilerine çalan gençler gibiler.” Tam da bu! O kadar kendilerinden geçiyor,
tadını çıkarıyorlar ki çalarken, Açık Hava ya da değil, başka sahne numarasına
gerek kalmıyor. Ondan yorulmuyorlar, belli. Şeffaf bardakla, portakal rengi
sıvıyla filan olacak iş değil bu. Kafayı uçurmakla da ilgili değil. Kafayı
uçursan o konsantrasyon öyle çıkmaz. Bakmayın siz, her şeyin farkındalardı
başından sonuna. Bir tek vokal, bir tek “riff”, bir atak, bir tıngırdatma
eksik, kusurlu, hatalı değildi.
Şimdi bu durumda kendi tezlerimi kendim çürütmüş oluyorum, o
ayrı. Açık Hava özel bir yerdir, özel bir şeyler yapmak gerekir, barda, mekânda,
orada burada çalmaya, söylemeye benzemez, repertuvar filan farklı olmalıdır
diye diye tüy biten dillerim lal olsun. Duman ters yüz etti beni. “Duman Bey ne
yapıyorsunuz?” dedim yani içimden. Böyle de olurmuş be! (Ferhat Göçer için yine
olmaz, o ayrı.)
Ha bir de şu var ki, dinlenilecek on yüz bin şey ve senin de
dinlemeye hevesin (daha doğrusu arsızlığın) varsa, “fan” olacak kadar kimseye
takılıp kalamıyorsun ya… İşte ara ara ben de Duman’ı gözden kaçırmış mıyım,
bütünü görememiş miyim neyim, “Abi ne kadar çok ‘hit’i varmış bunların yaa,”
deyiverdim konser çıkışı mavrası çevirirken. Benim titrimde biri için ne ayıp
şey! “Dj”lik yaptığım dönemde “Bu Akşam”ı çalmazsam dövüyorlardı en basitinden.
“Senden Daha Güzel”i ona keza. Peki “Aman Aman”ı “Seni Kendime Sakladım”ı ne
yapacaktık? Bunlar sadece dördüydü.
Dördüydü ama konserde bunun gibi kaç tane dört vardı. Her
döneminden, her devrinden şarkılarla başından bu yana ne çok kulağımıza yer
ettiklerini, hayatlarımıza ne çok iz sürdüklerini böyle film şeridi misali
geçirdiler gözümüzün önünden konser boyunca. Neredeyse romantik olacaktım o
dakika ama “sound” müsait değildi. O kadar romantik olmak istiyorsam şayet, bir
gün sonraki Erol Evgin konserini beklemeliydim.
Konser “Yalan”la başladı. “Dibine Kadar”, “Seviyorsan
İnanıyorsan”, “Yürek” ve “Oje”yle devam etti. “Gurbet”, “Sor Bana Pişman
mıyım?”, “Ah”, “Belki Alışman Lazım” ve “İstanbul” ilk yarının diğer şarkıları
oldu.
İkinci yarının açılış şarkısı “Kolay Değildir” idi. Hemen
ardından “Sevdim Desem” geldi. Sonra “Aman Aman”, “En Güzel Günüm Gecem”,
“Yanıbaşımdan”, “Seni Kendime Sakladım”ı dinledik ardı ardına. Özellikle bu son
şarkıda seyirci bayağı bayağı koptu. Aşağı yukarı beş bin kadar Kaan Tangöze
gibi çakırkeyif şarkı söylemeye çalışan sesin “Seni Kendime Sakladım” çığlıkları
yeri göğü inletiyordu. Laf aramızda, mümkünse Kaan’dan başka kimse Kaan gibi
şarkı söylemeye çalışmasın (Özdemir Erdoğan hariç, tüm genç ve yeni “rock”
grupları dahil); olmuyor zira.
Neyse işte sonrasında “Beni Yak Kendini Yak”, “Senden Daha
Güzel”, “Köprü Altı”, “Yürekten” ve nihayet “Öyle Dertli” ile konser sona erdi.
Erdi mi? Böyle erer miydi? Daha içecektik biz bu akşam. Bizim acelemiz yok,
hedefimiz sağlam; Duman’ın yarını yok, seveni sağlamdı. Öyle dördü bir kolları
omuzlara atıp, yarı beline kadar eğilip selam vermekle bitmezdi bu iş. Bitmedi
de nitekim. Önce “Gönül”, ardından “Helal Olsun” çalındı “bis”te ve asıl son
noktayı doğal olarak “Bu Akşam” koydu.
Arada kahve içmiştik, ikişer pet şişe soğuk su içmiştik (ki
Açık Havaya gidenler bilir, yüksek maliyetli şeyler bunlar), e belki üstüne bir
de Teşvikiye’ye kadar yürür, birer tavuk suyu çorba içerdik; o bizim
bileceğimiz işti. Ama önce konser çıkışı bizi illa Bakırköy’e ya da Bostancı’ya
götürmek isteyen taksi şoförlerinin ısrarından sıyrılıp kaçmamız gerekiyordu.
Konserden sonra kulise girmek mi?.. Ne yalan söyleyeyim,
bizim çocukların birinden biriyle bir ahbaplığım yoktu hiç. Şayet o kadar
kulise girmeye meraklıysam, bir gün sonraki Erol Evgin konserini beklemeydim.
Ben de öyle yaptım.
NOT: Ha bu arada
yanlış olmasın, Kaan’ın sevgilisi (ki hoş bir şarkı yazarı ve şarkıcıdır
aslında) Kıvılcım Ural ile tanışlığım vardı ama onunla da selamlaşacak kadar
yakın oturmuyorduk konserde. Kıvılcım’ın bacaklarıyla ise konserin basın
bültenine iliştirilmiş fotoğraflardan biri sayesinde tanışmış oldum Bu gereksiz
ayrıntıyı da bilin istedim. Madem PR ekibi öyle uygun görmüş. (Hayır, o
fotoğrafı buraya koymayacağım tabii ki.)
TEMMUZ 2018
Herhalde başka bir yazını okumayacağım Hakan. Dün Mabel'i okudum, bugün bu... Yazdığın her konsere gidemediği için üzülüyor insan. Bu kadar mı güzel yazılır? Kalemine sağlık.
YanıtlaSil