ZÜLFÜ LİVANELİ HARBİYE AÇIK HAVA KONSERİ 1 TEMMUZ 2019
Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu ama ben
fark ettim Allahtan. Bir koşturmaca, bir telaş, bir panik havası… Açık
Hava’daki güvenlik görevlileri, organizasyon yetkilisi birileri ha bire önümden
geçip duruyor. Bir işaretleşmeler, bir şeyler… Ne oluyoruz? Protokolün ön
koltukları hâlâ boş. Demek ki mühim birileri gelecek… Konser Zülfü Livaneli
konseri olunca insanın aklına ilk gelen Michail Gorbaçov, Mikis Theodorakis,
Elia Kazan ya da ne bileyim ben Yaşar Kemal filan oluyor ama son ikisi hayatta
değil zaten, Gorbaçov 88, Thedorakis 93 yaşında; bir konser için bu sıcakta
memleketlerinden kalkıp gelmezler herhalde. Daha genç biri olmalı… Gençliği
olan biri…
Kulisten salona girilebilen boşluktan önce karısı, sonra
kendisi gözüküyor. Gözüktüğü anda da salonda kıyamet kopuyor. Ben de herkes
hemencecik nasıl gördü diyorum, meğer yanlardaki ekranlardan gösteriyorlarmış o
sıra. Alkış ve tezahürat Ekrem İmamoğlu için.
Açık Hava’da en son bir siyasiye gösterilen tepkinin tam
tersine; ıslık ve yuhalama şeklinde bir protestoya şahit olmuştum, galiba iki
sene oluyor. Yine benzer bir şekilde, konser tam başlamazdan evvel “bakara
makara”sıyla meşhur o siyaset kişisini kameralar göstermiş, gösterir göstermez
de salon ıslıklı protestoya kesmişti. Bu işler böyle. Herkes eninde sonunda hak
ettiğini alıyor. Kiminin payına ıslık düşüyor, kimininkine alkış.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı da protokoldeki yerini
aldığına göre konser başlayabilir artık. Eni konu heyecanlıyım. Bilmem kaç yıl
önce Kuruçeşme Arena’da izlemişliğim var Livaneli’yi. Öncesinde Ankara
Hipodrom, İstanbul Taksim Meydanı gibi bugün dahi benzeri yapılamamış, rekor
sayıda seyirciyi bir araya getirmiş konserleri sadece benim hafızamda değil,
toplumsal hafızamızda da mıh gibi çakılı.
Bu geceki konserin ismi “Sevdalım Hayat”. Sadece bir
Livaneli şarkısının adı değil bu güzel isim; aynı zamanda Livaneli’nin hayat
hikâyesini anlattığı kitabın da adı. Bu gece de o hayat hikâyesinin izlerini
sürecek bir konser izleyeceğiz. Sahnedeki görkemli filarmoni orkestrası boşuna
değil.
Rivayet odur ki vakti zamanında Hülya Avşar ilk şarkıcılık
deneyimi için sazlarla prova yapmak üzere bir araya geldiğinde sazların tuhaf
tuhaf sesler çıkarmasından pek rahatsız olmuş da sormuş, “Ne yapıyor bunlar?”
diye. “Sazlar akort yapıyor,” demişler cevaben. O da sinirli sinirli “E onu
provadan sonra yapsınlar da biz başlayalım bir an önce,” deyivermiş de kimse ne
cevap vereceğini bilememiş. Dedim ya, rivayet; doğruluk payı olmayabilir. Ama
Açık Hava sahnesine kurulmuş filarmoni orkestrası yerini alıp birkaç dakika
boyunca akort sesleri çıkarınca ister istemez bu rivayet geldi aklıma. Popüler
kültüre dair ne kadar çöp bilgi varsa hatırınızda, mutlaka en olmadık yerde
aklınıza gelir, hiçbirini unutmaz, unutamazsınız, bilin istedim.
Işıklar kararıp ekranlarda bir video belirdiğinde az önceki
tahminim kısmen de olsa gerçeğe dönüştü. Videodan Gorbaçovlar, Theodorakisler
filan geçmeye başladı. Livaneli kariyerinin en parlak anları; Altın Palmiye,
Londra Senfoni Orkestrası Livaneli konseri, kendi yönettiği filmler, az önce
bahsettiğim ihtişamlı konserler filan ardı ardına sıralanmıştı videoda. Hepsini
zamanında gazetelerden, dergilerden takip etmişliğim vardı zaten, üstüne
Sevdalım Hayat kitabını da okumuştum. Bunca iş başarmış bir sanatçının bu gece
vereceği konserin şimdinin gazetelerde değerince yer bulmaması içimi
burkabilirdi ama hiç sırası değildi. Bu gece, yaşadığımız günlere sıkıştırmak
istemiyordum ruhumu. Önümüzdeki iki-üç saat boyunca hem o eski, güzel günlere
hem de eninde sonunda gelecek güzel günlere yollanacağımızı, geniş zamanlara
akacağımızı hissediyordum. Kim bilir belki bugünü de güzel kılabilirdik
böylece.
Videodan sonra orkestra şefi Rengim Gökmen olanca
zarafetiyle sahneye geldi, yerini aldı ve onun komutuyla orkestra gecenin ilk
parçasını çalmaya başladı. Livaneli’nin bildik melodilerinin de içinde
gezindiği bir uvertürdü bu. Parçanın çalınmasından sonra Rengim Gökmen yaptığı
açılış konuşmasında bu uvertürün Oğuzhan Balcı tarafından hazırlandığını ve bu
gece ilk kez çalındığını söyledi. Hemen arkasından da gecenin iki solistinden
birini sahneye davet etti. (Livaneli harici solistlerden bahsediyorum; zira
Livaneli bu gece hem ev sahibi hem de misafirdi ama şarkıların büyük kısmını o
söylemeyecekti.)
Sonra Zeynep Halvaşi sahneye geldi ve “Nefesim Nefesine”yi
seslendirdi. Hemen ardından da diğer solist Teyfik Rodos geldi ve o da “Sevdalı
Başım”ı söyledi.
Daha dakika bir gol bir gece boyunca “duygular şelale” halinde
kalacağımız kesinleşmiş oldu böylece. Zira melodiler, sözler zaten yeterince
dokunaklı iken o kocaman orkestradan çıkan ses o an sadece senin benim onun
değil, Açık Hava’nın üzerine plastik sandalyeler monte edilmiş kadim taşlarının
bile kalbini titretebilirdi. Ki nelere şahit olmuş, ne konserler izlemiş, kimleri
görmüştü o taşlar bunca sene kim bilir… Bunu düşündüm, elimi uzatıp altımdaki
taşa dokunmak ihtiyacı hissettim bir an. Bana daha konserin başında, üzerinde
oturduğum taşla duygusal bağ kurduran şarkılar utansındı. Livaneli utansındı.
Ama utanmış gözükmüyordu bu iki şarkıdan sonra alkışlar eşliğinde sahneye
geldiği zaman. Daha ziyade mutlu, gururlu ve hatta coşkulu görünüyordu.
Elbette Livaneli’yi karşılayan şarkı da “Merhaba”ydı. Yıllar
sürmüş sürgün hayatının bittiği günlerde, 1984 yılında Şan Tiyatrosu’ndaki ilk İstanbul
konserinin açılışında söylediği ve konser kaydının bir plağa dönüşmesinden
kelli seyirci alkışının sesiyle birlikte iliklerimize işlemiş, sonrasında
sayısız Livaneli konserinin açılış şarkısı olmuş “Merhaba”.
Şarkıdan sonra Livaneli “Beraberliğimizi ve gücümüzü bütün
Türkiye’ye haykırdığımız bir dönemde geldiniz,” dedi. “Hoş geldiniz,” dedi. Hoş
bulmuştuk ne yalan söyleyeyim. Tamam, zaman zaman nasılsa tersine dönmüş
fikirlerine, gazeteci olarak köşesinde kaleme aldığı yazılara, söylediklerine filan
kızdığımız (en hafifinden “katılmadığımız”) olmuştu yıllar içinde. Ama buna
rağmen inkâr edilemeyecek, öyle bir kalemde harcanamayacak bir ortak geçmişimiz
vardı. Hepsi bir kenara, her bir şarkısında bir fincan kahve içtiğimizi var
saysak, hatırını hesap etmeye aritmetik yetmezdi. Yani bence öyleydi en
azından, aksini düşünenler kusura bakmasın.
Livaneli coşkulu giriş konuşmasının ardından bir hikâye
anlatmaya başladı. Kısaca özetlemek gerekirse; dört mevsim karlı bir iklimde
dağ yamacına kurulmuş bir köyün çığ düşmesinden korktuğu için fısıldayarak
konuşan köylülerine dairdi hikâye. Yeni doğan çocuklara da daha doğar doğmaz
susmayı, sesini yükseltmemeyi öğretiyordu köylüler. Herkes bir gelenek gibi,
bir töre gibi susuyor, böylece o korkulan çığ da düşmüyordu. Sonra bir gün bir
çocuk doğmuş, daha susturmaya vakit kalmadan çığlık çığlığa ağlamaya
başlamıştı. Hikâye bu ya… Çığ düşmemişti üstelik. Bin yıllık sessizlik
bozulmuş, korkunun sonu gelmişti. Artık herkes konuşabiliyor, sesini
yükseltebiliyordu o köyde. İşte bizim köyde de korkunun sonunu getiren,
sessizliği bozan bir çocuk doğmuştu bir zaman önce. O çocuk şu anda
Livaneli’nin tam karşısındaki protokol koltuklarında oturuyordu.
Livaneli Ekrem İmamoğlu’nu sahneye çağırdı. İmamoğlu da
hikâyenin sonunun nereye varacağını merak ederken kendisine varmasını hiç
beklemediğini söyleyerek teşekkür etti. O da bir konuşma yaptı. Tabii ortalık
yine alkış kıyametti bu esnada. Birkaç gün önce izlediğim Kenan Doğulu
konserinde Kenan “make some noise” kalıbını dublaj Türkçesiyle bize uyarlamış,
konser boyunca sık sık seyirciden “gürültü” istemişti. Bu gece ise seyirci
gürültü etmeye dünden hazırdı zaten ki İmamoğlu da bu ruh haline tuz biber
olmuştu adeta. Kim bilir belki de bu ruh halinin asıl sebebiydi. Biri bir azıcık
umut verse yetecekti de o, kısacık bir zaman içinde çoğunu vermişti. Belki
ateşler, sisler, konfetiler, havai fişekleri yoktu ama konserin bir kutlamaya
dönüşmesi o umut bulutunun üstümüzde dolaştığının göstergesiydi.
Ekrem İmamoğlu sahneden inerken Zülfü Livaneli de gitti ve Teyfik
Rodos “Güneş Topla Benim İçin”i, ardından da Zeynep Halvaşi “Gözlerin”i
söyledi. Sonra Livaneli tekrar sahneye geldi ve bu defa seyirciler arasında
oturan eş, dost, ahbabı saymaya başladı. Dilek İmamoğlu’na yıllardır, daha
ortada adaylık, seçim meçim yokken bile “First Lady” diye hitap ettiğini anlattı.
Sonra onun yanında oturan kendi eşi Ülker Livaneli’den ve kızı Aylin’den
bahsetti. Yaşadığı her şeyin en yakın şahidi, çile ortağıydı o iki kadın.
Ülkeler, şehirler, evler değiştirmişler, yokluklar, sıkıntılar çekmişlerdi
birlikte.
Adam duygusal bir şeyler anlatıyor, benim kafamın içinde ise
“Bana müsaade, sana rast gelsin,” çalıyordu. O günlerin çok popüler bu şarkısı
eşliğinde gençler, bugün “Yahu bu ritimle nasıl bu kadar çılgınca dans
edilebilir?” diye sorduracak bir biçimde, sahiden çılgınca dans ediyorlar,
sahnede ise Aylin Livaneli hem şarkıyı söylüyor hem de üzerindeki siyah mini
elbisenin eteklerini (daha fazla yukarı çıkıp da frikik oluşturmasın diye) çekiştiriyordu
durmaksızın. Bilen bilirdi, bir kez görenin unutması mümkün değildi. Öyle yer
etmişti hafızamıza o ikonik görüntü. O zaman bu zaman nerede bir Aylin Livaneli
lafı geçse, o şarkı kendiliğinden çalmaya başlar, o siyah mini elbisenin
etekleri kendiliğinden aşağı doğru çekiştirilirdi.
Kahretsin! Popüler kültür sızmıştı gene gecenin asaletine.
Neyse ki Livaneli’nin anlattığı bir başka hikâyeyle kovdum kafamdaki
şeytanları. Yine sürgün günlerinde, Sisam Adası’nda, deniz kıyısında oturduğu
bir gece, karşı kıyının ışıklarını seyrederken, elini uzatsa dokunacağı kadar
yakınken gidemediği ülkesine duyduğu özlemle, oracıkta yazmıştı şimdi
söyleyeceği şarkıyı: “Kardeşin duymaz, eloğlu duyar.” Bu hikâye, Varna önünden
kalkan ve Boğaz’a doğru giden vapuru okşayan Nazım’ın hikâyesiydi biraz da.
“Nazım usulcacık okşar vapuru, yanar elleri…” demişti o şiirde Nazım. Başka bir
şiirde de “Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman, beni o limana çıkaramazsın,” diye
seslenmişti onu bekleyen Kaptan’a. “Çok yorgunum, beni bekleme kaptan…” Livaneli
de “Üzülme bunları duyduğun zaman, ümidi kesip de incinme sakın, aç yüreğini
bir merhabaya, kardeşin duymaz, eloğlu duyar,” diyordu şarkısında. Biz
ağlıyorduk.
Bu ülkeden uzakta yaşamak zorunda kalmak bir sürgündü evet
ama bu ülkede doğup büyümüş, yaşamış herkesin burada yaşarken sırtlandığı bir
sürgünü de vardı. Bana göre bu şarkı en çok onu anlatıyordu.
Dağılmıştık. Neyse ki sırada bir film müziği vardı.
Livaneli’nin aynı adlı kitabından filme alınmış Mutluluk filminin yine Livaneli
tarafından bestelenmiş müziğini filmden görüntüler eşliğinde orkestra
çalacaktı. Çalmadan önce orkestrada yer alan kardeşi Ferhat Livaneli’yi
alkışlattı Zülfü Livaneli. “Mutluluk”un hemen ardından da sahneye etekleri
zeytin dalı desenli beyaz elbisesiyle gencecik bir kız geldi ve “Kız Çocuğu”nu
söyledi. Şarkıdan sonra yine Livaneli’nin anonsundan öğrendik ki bu güzel kız
çocuğu da Teyfik Rodos’un kızı Zeynep Rodos’muş meğer.
Sonrasında Livaneli yine seyirciler arasında yer alan Hıncal
Uluç (ki bir şekilde herkesin tanıdığı, dostu, ahbabı olan Hıncal Uluç’un her
sezon Açıkhava konserleri başlamadan önce gelip protokol koltuklarından birine
yerleştiğini ve konserler bitene kadar, üç ay süresinde oradan ayrılmadığını
düşünüyorum ciddi ciddi) ve Nebil Özgentürk’ten bahsetti, onları alkışlattı. Ve
bu defa da Stockholm’de yaşadığı yıllarda evlerinin yakınındaki karlı ormanda
Yaşar Kemal’le yaptığı yürüyüşleri anlattı. Yaşar Kemal’in karısı Ayşe Baban da
seyirciler arasındaydı zaten. Karlı orman anısının “Karlı Kayın Ormanı”na
bağlanacağını hemen anladık tabii. Nazım’ın mısralarıyla Livaneli’nin hayat
hikâyesi bir kez daha kesişmişti. Şiir mi hayatı, hayat mı şiiri taklit emişti
bilinmez ama Nazım’ın şiiriyle Livaneli’nin sazı birbirine değince bu yürek
yakıcı türkü doğuvermişti işte.
Sırada “Leylim Ley” vardı ve onun hikâyesi de bir başka
âlemdi doğrusu. Livaneli’nin bir Sabahattin Ali şiirinden bestelediği bu şarkı,
ilk popüler olduğu dönemde bir marş gibi dillere dolanıp, slogan haline gelince
günün siyasi erki tarafından “sol propaganda içerikli” bulunmuş ve Livaneli’nin
başını bir hayli ağrıtmıştı. “Ha bire içeri alıyorlardı beni. Ankara’nın ‘beş
yıldızlı otelleri’ vardı o zaman, bilirsiniz. Alıyorlardı beni, masaj da
yapıyorlardı. (‘İçeri alıyorlardı’ diyor yani, ‘masaj’ dediği de işkence; ironi
pek anlaşılamayan bir şey oldu artık, o yüzden altyazı koymak mecburiyetinde
hissettim.) Ben de anlamıyordum ne var bu şarkının sözlerinde diye. ‘Seher yeli
dağıt beni kır beni’ diyor şiirde, acaba oradan yıkıcılık ve bölücülük yaptığım
manasını mı çıkarıyorlardı? Bu şarkıyı kim söylese tutuklanıyordu o zaman.
Sonra aradan zaman geçti, bu şarkı yeniden keşfedildi. Herkes söyledi;
tavernacılar, popçular… İbrahim Tatlıses de söyledi. Bakıyorum, insanlar bu
şarkıyla göbek atıyorlar. Ama en acayibi bir gün Müjdat Gezen’in beni araması
oldu. ‘Zülfü az önce sokakta gördüm, senin şarkınla ayı oynatıyorlar,’ dedi bana.”
Zaman ne çok taşı yerinden oynatıyor, birinin doğrusu öbürünün
yanlışı, birinin yanlışı diğerinin doğrusuyken, gün geçtiğinde sabit fikirler
nasıl da el değiştirebiliyordu. Bir dönemin insanlarının uğruna hapisler
yattığı, işkenceler gördüğü şarkı, bir başka dönemin insanlarına göbek attırabiliyordu.
Çok da sabitlememek lazımdı fikir denilen şeyi demek ki. “Leylim Ley”in bu
hikâyesi tek başına bunun tez konusu olabilirdi.
“Leylim Ley” ilk yarının son şarkısı oldu. Arada biz yukarılara
çıkıp geri geldiğimizde Ekrem İmamoğlu’nun hâlâ yerinde oturduğunu gördük. Daha
doğrusu oturamıyordu. Etrafına doluşan insanlar onun bir şekilde kadraja
girdiği “selfie”ler çekmekle meşguldü çünkü. Bir şeyler söyleyenler, konuşmak
isteyenler… Bir çeşit sevgi yumağı oluşmuştu oracıkta. Başkan değil, bildiğiniz
“rock star”dı mübarek.
İkinci yarı yine filmin görüntüleri eşliğinde Yer Demir Gök
Bakır’ın müziğiyle başladı. Müziğin üzerine uzunca bir anı anlatma sekansı daha
yaşandı zira Livaneli bu ilk filminin çekimlerinde, o karlı Erzincan köyünde
epeyce anı biriktirmişti. En tuhafı da filmde bir ermişi canlandıran Rutkay
Aziz’in bir zaman sonra köylüler tarafından hakikaten ermiş muamelesi görmesi, muhtarı
canlandıran Yavuzer Çetinkaya’nın da gerçek bir muhtar gibi köylülerin
dertlerini dinlemek zorunda kalmasıydı.
Sonrasında Livaneli, İmamoğlu’na hitaben “Başkanım, bu şarkı
seni ilgilendiriyor. Çünkü bu şiiri yazan Orhan Veli, bir kanalizasyon çukuruna
düşerek öldü biliyorsun. Şairler ölmesin artık,” dedi. Livaneli’nin Orhan Veli
şiirinden bestelediği şarkı “Gün Olur”du. Arkasından gelen “Kan Çiçekleri”nin
ilhamını da Abidin Dino’nun Paris’te aynı adla açtığı resim sergisinden almıştı
Livaneli. Nitekim bu şarkıyı da Dino’nun ekranlara yansıyan tabloları eşliğinde
dinledik. Bu arada, söylemem lazım, konser boyunca hemen her şarkının fonunda
fotoğraflar, videolarla oluşturulmuş nefis görseller vardı. Böylece
Livaneli’nin 74 yıllık hayat yolculuğunun duraklarından da geçiyorduk şarkıları
dinlerken. Bu görsellerin Yiğit Arslan tarafından yapıldığını da o sırada
söyledi Livaneli.
“Kan Çiçekleri”nin ardından bir saz solosu sonrası “Sevdalım
Hayat” çalındı ve söylendi. Bütün şarkıları bir yana, bu nispeten yakın dönem
şarkısını ayrı bir severim ben. İyisiyle kötüsüyle yaşadığımız her ana, uçan
kuşlara, çiçeğe durmuş ağaca, sevdaya, hayata bir şahane selam, bir şükür duası,
bir övgüdür çünkü. İyi gelir bana. Yine iyi geldi nitekim. Birazdan yine salya
sümük ağlamaya başlayacağımı bilmiyordum tabii.
Bu arada malumunuz “şükür” kelimesini duyunca ilk aklımıza
gelen Gülben Ergen oluyor artık. Bir ara hafta sekiz gün dokuz Instagram’da
paylaştığı ilgili ilgisiz her fotoğrafının altına mutlaka bir şükür, hatta “bin
şükür” yapıştıran sanatkârımız, sadece bir popüler kültür ikonası olmakla
yetinmeyip kanaat önderliğine de göz kırpıyordu. Sonra özellikle Instagram
fenomeni Burak Altındağ’ın son derece komik makaraya sarmalarından bezmiş
olacak ki bu kelimeyi pek kullanmaz oldu. İyi de oldu çünkü Ergen bu azimle
giderse, böyle kanırta kanırta, “şükür” kelimesinin içini ha boşalttı ha
boşaltacaktı. Oysa “şükür” onun sandığı gibi “istediğim her şeyi elde ettim,”
“hem güzelim hem hâlâ genç görünüyorum ve çok da ‘fit’im”, “ohhh hem istediğime
âşık olabiliyorum hem de üç çocuğum var,” türevi (sözüm ona göstermeden ama
aslında göze soka soka döşenen) alt metinlerin üstüne söylenecek bir kelime
değildi. Bu şarkıyı bir kere dinlese anlardı.
Gözümün önünde Gülben Ergen’in Instagram’da paylaştığı bir yazı.
Siyah fon üzerine bir beyaz gömlek kadar beyaz harflerle yazılmış, bir Allah
yazılı kolye masumiyetinde cümleler: “Ve Allah planları bozar. Yeni bir oyun
kurar. Haklıya kurulan tuzak boşa çıkar…” Altında “hashtag”ler dizi dizi:
#iftira, #yalan, #senaryo ve elbette #şükür.
Gülben çık git aklımdan derhal çık git! Zülfü Livaneli
konserindeyim ve popüler kültüre ayıracak bir dakikam daha yok! Konser devam
ediyor.
Sırada “Memik Oğlan” var. Zülfü Livaneli bu şarkıya Gezi
sürecinde öldürülen çocukları anarak başlıyor. Ekranlarda o çocukların genç, hatta
çocuk yüzleri. Birileri iktidarını kaybetmesin, gücünü korusun diye yok yere
yitirilmiş canların acı öyküleri sızıyor şarkıdan. İçimizi sızlatıyor. Şarkı
boyunca gözyaşlarımı bir kez daha tutamıyorum.
Sırada “Sevda Değil” var. Bu şarkıyı ilk kez Aylin
Livaneli’nin aynı adlı albümünde dinlediğimizi, orada Aylin’e sadece eşlik eden
babasının şarkıyı ondan ancak birkaç sene sonra solo olarak söylediğini
bilmeyen vardır mutlaka. Ama şarkıyı bilen çok, orası kesin. Her şarkıdakinden
biraz daha fazla çıkıyor seyircinin eşlik sesi. Ne de olsa ‘90’lar kuşağını da
yakalamış bir şarkı.
“Sevda Değil”in arkasından bu defa Veda film müziği geliyor.
Ne yalan söyleyeyim Livaneli’nin filmlerini genellikle sevmiş biri olarak Veda’yı
zerre sevmemiş, özellikle oyuncu seçimini çok talihsiz bulmuştum. Yine de
müziği güzelmiş, yıllar sonra tekrar dinleyince hoşuma gitmedi değil.
Sonrasında Zülfü Livaneli bize “Yiğidim Aslanım”ın
hikâyesini anlatıyor. “Paris’te yaşıyorum o yıllarda ve sürgünüm hâlâ. Zaten
Yol filminin müziğini yapmışım; girmem mümkün değil Türkiye’ye. Onu da kendi
adımla yapamamışım, Sebastian Argol diye bir isim uydurmuşum, adam benden daha
meşhur. O günlerde Türkiye’den gazeteciler yurt dışına gidip geldikçe, bize de
uğrardı. Bir gün de Uğur Mumcu geldi. Uğur anlatıyor, ben konuşuyorum. Söz yeni
bestelere geldi. ‘Bedri Rahmi Eyüpoğlu’nun bir şiirinden bir beste yaptım,’
dedim. Kasete kaydetmiştim zaten, açtım, dinlemeye başladık. Uğur ağlıyor. ‘Bu
sadece Bedri Rahmi’nin yazdığı gibi Nazım Hikmet için değil, bütün devrim
şehitlerimiz için bir ağıt olmuş,’ dedi. Ve ne gariptir ki yıllar sonra Uğur’un
cenazesinde insanlar bu şarkıyı onun için söylediler.”
“Yiğidim Aslanım” yine bir ağızdan söylendikten sonra artık
konserin sonuna gelinmişti. Konser boyunca başımızın üzerinden hiçbir yere
gitmemiş umut bulutuna da bir selam vermek gerekirdi. Ve uzak ya da yakın
zamanlarda düşünceleri yüzünden özgürlüğü elinden alınmışlara… “Özgürlük”
gecenin son şarkısı oldu. Konser Livaneli’nin ayakta dakikalarda
alkışlanmasıyla son buldu.
Şunu söylemeliyim ki gerek filarmoni orkestrası gerekse son
derece iyi şarkı söyleyen solistlerle müzikal anlamda sahiden üst düzey bir şey
izledik. Livaneli’nin detoneleri meşhurdur. Şarkıcı gibi şarkı söylemez ezelden
beri ve biz onu öyle kabul etmişizdir zaten ama o bile şarkı söylerken daha bir
iyiydi bu gece. Sanırım sırtını bu kadar güçlü bir orkestraya, böylesi önemli
bir şefe ve iyi solistlere dayamanın rahatlığı vardı üzerinde.
Senfonik konser filan söz konusu olunca illa erkekse tenor,
kadınsa soprano solistler şenlendirir ya konseri, bu defa öyle değildi. Belli
ki şarkıları Livaneli’nin tonundan da çalabilmek için bir alto ve bir bas
bariton seçilmiş, bu da Livaneli’nin kulaklarımıza yer etmiş tınısını ve tonlarını,
onun söylemediği şarkılarda bile duyabilmemizi sağlamıştı. Böylece bir an bile
yabancılaşmamıştık şarkılara. Bence konserin en önemli detaylarından biri
buydu. Şarkıları opera tekniğiyle söyleyecek solistler bütün tılsımı
bozabilirdi zira. Yanı sıra Livaneli’nin (başta da söylediğim gibi) hem ev
sahibi hem misafir konumu, şarkı seçimi ve paylaşımı dengesi, olağanüstü
düzenlemeler ve elbette görsel desteği geceyi unutulmaz kılan diğer detaylardı.
Gecenin sonunda Açık Hava’nın merdivenlerini ağır ağır
çıkarken, bugüne, yaşadığımız zamana geri dönmekle, konser sırasında gittiğim o
eski güzel günlerle, gelecek güzel günlerde kalmak arasında bir yerlerdeydim. Ne
döndürürdü ki şimdi beni bugüne?.. “Leylim Ley”in gelmiş geçmiş en korkunç
versiyonu mesela? Hani Nilay Dorsa’nın söylediği?.. Spotify’da var mıdır acaba?..
Derken taksiye bindik. Neyse ki taksinin radyosunda bugünlerde çok meşhur bir “rap”
yıldızının şarkısı çalıyordu da Spotify’da Nilay Dorsa araması yaptırmama gerek
kalmamıştı. “Boşver dildo, var babafingo delirin yo, bu da bingo,” diyordu “rap”
yıldızı. Yakında Gülben Ergen de “rap” söyler miydi acaba? Ya da Hülya Avşar günün birinde filarmoni
orkestrası eşliğinde Açık Hava’ya çıkar mıydı? Popüler kültürü seviyordum. Eve
gidince nicedir ertelediğim Seren Serengil’in tatil “vlog”larını izleme işine
başlamalıydım. Artık buna gücüm vardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder