Sertab Erener Harbiye Açık Hava Konseri 6 Temmuz 2019
Sertab’ın Müzikali’ni 2018 Aralık ayında izlemişim. Tadı hâlâ damağımda. Bir daha izleyesim de var ama bu gece konsept farklı. Sertab’ın Müzikali tutmuş oturmuş bir gösteri olsa da Sertab yaz için başka bir konsept planlamış: Elektrik Akustik. Zaten ben bildim bileli Sertab konserleri hep konsept, hep konsept. Daha Türkiye’de konsept kelimesi yokken Sertab konsept konser yapardı; öyle de konsept sevdalısı bir insan. Kötü mü? Elbette değil. Bir paragrafta yedi kere konsept (bu sekizinci) kelimesini kullanmak zorunda kalmamdan gayri bir şikâyetim yok. Aksine parmakla gösterilmesi gereken bir durum ki memlekette bu işi böyle yapanları parmakla göstermeye kalksanız parmaklarınızın çoğu boşta kalır.
Yine Harbiye Açık Hava’dayım anladığınız üzere. Benim Hıncal Uluç’tan neyim eksik? Sahi Hıncal Uluç yok bu gece. İnşallah başına bir şey gelmemiştir. (Bir haftaya kalmadan onu ve fularını Aşkın Nur Yengi & Mehmet Erdem konserinde göreceğim; neyse ki endişeye mahal yokmuş.) Ben yerime oturmuş, sahneyi incelemeye başlamışım bile. Gelmeyen gelmediğine yansın, bana ne.
Sahnede enstrüman ağırlıklı bir dekor var. Ön kısma akustik enstrümanlar, arka kısma elektrikli enstrümanlar yerleştirilmiş. Ön kısımda sandalyeler de durduğuna göre beylik numara, oturdukları yerde çalıp söyleyecekler anlaşılan. İkinci yarıda da arka kısmı kullanıp ayaklanacaklar. Tahminim o yönde. Sahnenin çatısından sarkan 12 farklı türde avize ile dekorun muhtelif yerlerine serpiştirilmiş 7 adet abajuru tek tek sayıp not alıyorum. Bu bilgiyle ne yapacağımı bilmiyorum, okuyunca siz ne yaparsınız onu da bilmiyorum ama kendimi bundan mesul hissediyorum. Hava açık, zemin müsait, seyirci coşkulu.
Derken ışıklar kararıyor ve sahnenin sağ ve sol gerisine yerleştirilmiş ekranlarda Sertab beliriyor. Birazdan maça çıkacak ama belli ki amigoluğu da üstelenmiş. “Karnınız tok mu? Çişinizi yaptınız mı?” filan diye giriyor lafa. Seyirciyi konsere hazırlıyor. “1 dakika sonra sahnedeyiz!” diyor ve hakikaten ekranlarda beliren saat geriye doğru gitmeye başlıyor. Gerildim resmen. Bilirsiniz, Hollywood aksiyon filmlerinde şayet bir saatli bomba varsa ve onu durdurmakla dünya kurtulacaksa (ki mutlaka öyledir) o bomba tam son saniyede durdurulur illa ki; on saniye kala filan değil. Bilirsiniz ama yine de gerilirsiniz. İşte Sertab da saat durunca çıkacak sahneye, belli. Bak enstrümanlar yerini almaya başladı bile. Ama işte öyle geriye sayan saat bir stres yaratıyor bende. Neyse ki tam son saniyede Sertab sahneye çıkıyor. Dünya kurtuluyor, müzik başlıyor.
Bak şimdi! İlk şarkı “Vur Yüreğim” değil mi? Hani şu, dünyada zamanında yaşanmış kaos anlarından görüntülerle dolu, bombaların filan patladığı bir klibi olan şarkı… Ama tabii klip filan yok bu defa, tahmin ettiğim gibi, Sertab dâhil sahnedeki herkes sandalyelere oturmuş, tatlı tatlı çalıp söylüyorlar. Tam da çıktıkları dönemlerde zor zamanlarıma şahitlik etmiş, dayanma gücü vermiş, beni ayağa kaldırmış şarkılardan bahsedecek olsam ilk sıraya koyacaklarımdan biri “Vur Yüreğim”. Hemen ardından aynı listesinde ikinci sıraya koyacağım şarkının çalınıp söylenmeye başlaması tesadüf olmasa gerek. Bu da bir başka iyileştiren, güç veren şarkı: “Rüya”.
Ne güzel başladık böyle. Üstüne “Söz Bitti”, “Yalnızlık Senfonisi” ve “Lâ’l” de geldi mi arka arkaya, oh mis! Bir de biliyorsunuz ‘90’lar ve 2000’lerde şarkılar 4-5 dakika bandında seyrederdi çoğunlukla. Böyle uzun uzun “intro”lar, doyasıya tekrarlar filan… Şimdi zaten “intro” geleneği neredeyse tamamen bitti. Şarkı sürelerinin 17 saniyeye kadar düşmesi de uzak ihtimal değil (tek “story”ye sığsın diye.) Haliyle Sertab da bu her biri kallavi şarkılarını yarım yarım ama tammış hissi verecek biçimde söylüyor. Başlıyor ve bitiyor yâni şarkılar, yarım kalmıyorlar. (Tek “story” olmasa bile işte bir şarkı 2 dakika desek, 7 “story”ye sığar ki bu bile zamana ayak uydurmak için hiç fena değil.)
Şarkılar şahane, Sertab dağ gibi, taş gibi söylüyor zaten. Bir de yâni en kazık şarkıları oturarak söylüyor. Daha ne yapsın bu kadın tekniğinin sağlamlığını göstermek için, ha ne yapsın? Dinleme de yanında yat!.. da öyle değil işte o işler. Şimdi ayağa kalkma vakti!
Evet, yanılmışım. Akustik ve elektrik kısımlar iki ayrı bölüm olmayacakmış meğer. Biraz ondan biraz bundan olacakmış. Aynı müzisyenler, az önce çaldıkları akustik enstrümanların elektrikli türevlerinin başına, sahnenin arka kısmındaki platformun üzerine geçiyor, biz de o sırada ekranlarda beliren videoyu izliyoruz.
Videoda Sertab üzerinde geniş vatkalı ceket-etek takımı, yataktan yeni kalkmış da şekle sokmaya vakit bulamamış gibi duran saçlarıyla ‘80’ler sonu modasını yakalamış bir genç kız. Deneyimli müzisyen Doğan Canku ona birtakım sorular soruyor, o da çekingen, mahcup cevaplıyor. Üşenmedim, araştırdım. 18 Şubat 1989’da cumartesi gündüz kuşağında yayınlanmış Hafta Sonu adlı programmış bu. Bu bilgiyle ne yaparsınız bakın ona da emin değilim ama sonuçta daha önce iki kez yarışmalar vesilesiyle (Kuşadası Altın Güvercin ve Akdeniz Akdeniz) göründüğü televizyonda Sertab’ın konuk olduğu ilk programı bu. Ne önemi var demeyin, o zamanlar YouTube filan yok, televizyon ise iki bilemediniz üç kanal, ekranda bir gördüğümüzü bir daha unutmuyoruz. Hem müzik tarihi hem de Sertab’ın tarihi açısından bir önemi var yâni. (Henüz Sertab Altın adını kullanıyor ve bu programdan yaklaşık bir ay sonra da 1989 yılı Eurovision Türkiye elemelerinde finalist olarak yarışacak; bu da dipnot.)
Hayat insanı nasıl alıp hiç tahmin edemeyeceği, bilemeyeceği, aklının ucundan bile geçiremeyeceği yerlere götürüyor. Rüzgârın savurduğu bir yapraktan farkımız yok hayatın elinde aslında. Ne zaman, nereye savrulacağımızı, hangi yollardan giderek nerelere varacağımızı asla kestiremiyoruz. Bir an fantastik bir şey olsa mesela; şu ekrandaki genç kız bir anda kafasını çevirip sahnedeki Sertab’a baksa, onu görse… Ne yapardı? Şaşırır mıydı? Korkar mıydı acaba? Ya da mutlu mu olurdu?.. Üşenmedim, o eski videonun tamamını bulup izledim. Doğan Canku soruyor Sertab’a: “Seni televizyondan tanıyordur izleyicilerimiz?..” Bir ihtimal; dedim ya bir gördüğümüzü bir daha unutmuyoruz çünkü. Utanarak gülümsüyor Sertab: “Belki…” Şimdi sahnedeki Sertab dönse, ekrandaki Doğan Canku’ya “Evet, tanıdılar Doğan Abi, 28 yıldır tanıyorlar,” dese mesela… Al sana mis gibi bir Black Mirror senaryosu.
Neyse…
Sertab Erener ayağa kalkınca kostümünü şöyle baştan aşağı bir süzüyorum. File çoraplar, tütü gibi bir etek, deri ceket içinde büstiyer, ayağında botlar. Bildiğin ‘80’ler Madonna’sına “tribute” kostümü. Ama güzel, yakışmış yani. Yavuz Hakan Tok bunu beğendi. Ama şu an söylediği şarkıyı hiç beğenmedi. En sevmediğim Sertab şarkılarından bahsedecek olsam birinci sıraya koyacağım “Hani Kimi Zaman”ı söylüyor büyük bir coşkuyla. Ardından “İstanbul” geliyor neyse ki. İstanbul şehri üzerine yazılmış en gerçekçi şarkıdır. Sadece “Gelip bu şehri bozan, bu şehre gelip bozulanlar, hepsi aynı kazanda kaynıyor İstanbul’da” cümleleri bile tek başına bir kitap eder. (Buradan şarkının yazarı Ersel Serdarlı’ya da selam olsun.)
“İstanbul”un arkasından da “Bu şarkıyı çok seviyorum,” diyerek “Belki de Dönerim”e giriyor Sertab. Orkestra çok iyi çalıyor, Sertab’ın ses telleri yine tam tekmil mesaide. Şan eğitimi almışların tipik reflekslerini gösteriyor arada (Eurovision’da bile göstermiş, burada neden göstermesin?) Yüzünü buruşturuyor sesi kafaya çekerken, diyaframı zorlarken de eliyle karnını tutuyor. Bütün bedeniyle şarkı söylüyor. O öyle bir konsantrasyon ki şarkı söylerken göz göze geldiği kimseyi görmüyor aslında. Gözünüzün içine bakıyor ama sizi görmüyor. Tam size baktığı sırada tutup amuda kalksanız o yine aynı şekilde bakmaya devam edecek, o derece. (Siz yine de denemeyin; konserin ortasında amuda kalmak iyi bir fikir olmayabilir.)
Şarkıdan sonra ’92 yılında yaptığı ilk albümünden bahsediyor Sertab. “’92 doğumlu var mı aranızda?” diye soruyor. İnsan kendi kalesine gol atar mı? Elbette vardır. ’92 doğumlular çoluk çocuk sahibi oldular neredeyse. Tam önümde oturan Timur Selçuk da bütün muzipliğiyle el kaldırıyor ama Sertab görmüyor. “Eveeet” sesleri geliyor seyirciden. “Çok gıcıksınız,” diyor Sertab da. E haksız sayılmaz. İnsan bir yerden sonra yaşını sorduğu herkes kendisinden küçük çıkınca bir sinir oluyor. Ama şöyle bir avuntusu var o işin: “Ohooo benim gördüğüm hiçbir şeyi görmemiş, yaşamamış,” diyorsun, bir küçümsüyorsun karşındakini içinden içinden. Geçici bir ferahlık oluyor. Daha da rahatlamak istersen karşındaki çömeze hayat tecrübelerini anlatmaya başlıyorsun ki orası fevkalade zevkli. Sertab da buna benzer bir şey yapıyor. Yeni nesilden bir şarkıcıyı davet ediyor sahneye. Bir nevi el veriyor, yol açıyor ona. Yakın gelecekte yaşaması muhtemel olmayan bir deneyim sunuyor. Nova Norda geliyor, birlikte “Sakin Ol”u “rap” versiyonuyla söylüyorlar.
Evet, bu “rap” versiyon, Sertab’ın önümüzdeki dönemde yapmayı planladığı “Best Of” albümün bir habercisiymiş. Öyle anlatıyor Sertab. O eski şarkılar bugünün anlayışıyla düzenlense nasıl olur gibi bir fikirden yola çıkarak yeni denemeler yapıyorlarmış. Belki hiç akla gelmeyecek bir fikir değil ama Sertab yaparsa güzel yapar diye düşünüyorum içimden. Sevgi doluyum bu gece Sertab’a karşı. Son albümünü çok sevmiş, Sertab’ın Müzikali’ne bayılmışım ya. Hiç huysuzluk etmiyorum farkındaysanız.
“Sakin Ol”un ardından Sertab sahneyi Nova Norda’ya bırakıyor ve gözden kayboluyor. Nova Hanım da bize “Varım” isimli şarkısını söylüyor. Canım bira çekiyor. Bilinçaltım subliminal reklama çok açık, evet. Efes’in 2018 yaz aylarında piyasaya sunduğu Varım adını taşıyan bir birası var. Şarkı olan “Varım”la bira olan Varım arasındaki bağlantıyı da siz araştırın bulun, her şeyi benden beklemeyin.
Nova Norda alkışlarla sahneden ayrılırken Sertab geri geliyor. Üzerindeki ceketi çıkarmış, göz alıcı parlaklıkta, simli bir bluz giymiş. Üzerinde bir yazı var. “I’m having…” kısmı okunuyor sadece, bluzun alt kısmı belden büzülü olduğu için okunmuyor. Bir şekilde görmem ve hemen notlarıma yazmam lazım. Gereksiz bilgi ve detay veremeyeceksem konser yazısı yazmanın ne anlamı var?
Önce “Açık Adres”, arkasından “Aşk” söyleniyor. “Aşk” zaten tek başına ses gösterisi sunma imkânı veren bir şarkıyken, o kadarıyla yetinmeyip üstüne öyle bir finalle bitiriyor ki şarkıyı, dakikalarca alkışlıyor seyirci. Yeri gelmişken yazayım madem; opera şarkıcılarının bir temsilden sonra üç gün seslerinin çıkmayacağını sanırsınız ama öyle olmaz. O bir tekniktir ve gırtlağı, sesi yormadan söyleyebilirsiniz. Ne ki normal şarkı söylemek daha farklı bir teknik gerektirir. Haliyle aynı şarkının içinde o teknikten bu tekniğe geçmek sahiden çok zor, akıllara ziyan bir şeydir. Yani sakin sakin yürürken bir anda yüz metre koşan bir “sprinter” gibi hızlandığınızı, sonra yine bir anda sakin sakin yürümeye başladığınızı düşünün. Aşağı yukarı ona benzer bir şey; tıkanıp kalmak çok mümkün. Sertab yıllardır bu şarkıda bunu yapıyor ve tık demiyor. Etkilenmemek, alkışlamamak mümkün değil.
Bir de “Aşk” söylenirken arkadaki ekranlarda enteresan bir su altı videosu dönüyor ki o da çok etkileyici. Çok estetik, çok cesur ve çok güzel. Boşuna demiyorum şu konsept konserlerde broşür, kitapçık gibi bir şey dağıtılmalı diye. Ben şahsen o videoyu kimin çektiğini, bu konser için mi yoksa başka bir maksatla mı çekildiğini bilmek isterdim.
Şarkıdan sonra sahne kararıyor ve bir kez daha ekranlarda toplanıyor ilgi. Bu defa Sertab’ın vakti zamanında seslendirdiği reklam cıngılları var. Billur Tuz, Auer, Komili, Rama derken Ballerina Cif’e geliyor sıra. İşte o tam bir klasik. Ne oldu ’92 doğumlular? Tanıdık gelmedi değil mi? Yaaa işte biz zamanında her gün izliyorduk bu reklamı televizyonlarda, siz daha ananızın karnında bile değildiniz, ne haber?
Tekrar akustik düzene geçiliyor ve ardı ardına “Dağ Gibiyim”, “Aslolan Aşktır”, “İncelikler Yüzünden” ve “Yolun Başında” söyleniyor. Yine hepsi kısa, hepsinin tadı yerinde.
Peşi sıra ise bir kez daha elektrikli düzenle devam ediyoruz. Bu defa ekranlardan kadına şiddet ve kadın cinayetleri üzerine istatistiki bilgilerin de yer aldığı yazılar geçiyor. Şarkısı pek tabii ki “Bastırın Kızlar.” Sertab’ın en sevmediğim şarkılarından bahsetmiş miydim size? Etmiştim değil mi? Hah, alın bu şarkıyı da ikinci sıraya koyun o zaman. Bu şarkının kadın sorunları ile doğrudan ilgisini ise bana değil, Sertab’a sorun çünkü ben başından beri neresinden baksam kuramıyorum o bağlantıyı. Ama işte yazmışım ta Aralık 2018’de: “Ben bu şarkının nasıl bir beklentiyle, niçin yapıldığını, neye hizmet ettiğini anlayamadım. Bir süre sonra bir reklam filminin şarkısı oluverirse de şaşırmayacağım çünkü aklıma başka ihtimal gelmiyor.”
Sonra ne olmuş? “Bastırın Kızlar”, 2020 Tokyo Olimpiyatları’na katılacak kadın sporcularımıza destek veren bir bankanın bu maksatla yaptığı reklam filminin müziği ve sloganı olmuş. Bunu konserden önce ekranlarda dönen reklamlardan öğrendim ben, belki televizyonlarda da dönüyordur da ben yeni görüyorumdur, bilmiyorum.
Neyse… Şarkıdan sonra Sertab az önce bahsettiğim kadın sporcularımızın da aramızda olduğunu söyleyerek onları alkışlatıyor. Gencecik kızlar. 1984 Olimpiyatlarını filan hiç izlememiştir bunlar, ama işte bu yaşta milli sporcu olmuşlar… Hımmm… Demek ki hayat tecrübesi olmadan da bazı şeyler başarılabiliyormuş. Ben bunun üzerine biraz kafa yorayım. Nasılsa ara oldu.
Ha bu arada bu son şarkıda nihayet Sertab’ın bluzundaki yazının tamamını okuyabildim. “I’m having a shit day” yazıyormuş meğerse. Üşenmedim, araştırdım. İnternette ne kadar üstünde bu cümle yazılı tişört neyin varsa hepsinin sonunda “thanks” yazıyor. Yani kalıbın orijinali “I’m having a shit day, thanks” şeklinde. Ya Sertab’ınki kalıba uymuyordu ya da boyu kısa olduğu için bluzun altı kesilmişti, bilmiyorum. Bilsem neye yarayacak onu da bilmiyorum ama konserin sonunda kulise girersem Sertab’a sorayım diye not aldım.
Arada bizim Ahu’ya (Özışık) soruyorum “Bu ışıkları kim yaptı?” diye. İsrail’den özel olarak gelen bir ışık tasarımcısının yaptığını anlatıyor. Çok uğraşılmış. Ama sonuç o kadar iyi ki, konser boyunca ışık o kadar ustalıklı kullanılıyor ki, hayran oluyorum. O yüzden de merak ediyorum kim bu usta diye. Olağandışı bir şey var orada çünkü. Bir sanat. Gazino ışığı değil yâni, belli.
Konserin ikinci yarısı başladığında Sertab bir kez daha ekranlarda beliriyor ve yine amigoluk yapıyor. Bu defa kızlara ayrı kadınlara ayır “Heeeyyy” dedirtiyor, biz de saf saf sanki bir videoyla muhatap olmuyormuşuz da Sertab’ın kendisi karşımızdaymış gibi uyuyoruz talimatlarına. Sonra yine bir dakikadan geriye sayım başlıyor. Bu defa gerilmiyorum neyse ki, alıştıysam demek.
Önce akustik… Bu defa “Sevdam Ağlıyor”, “Aldırma Deli Gönlüm” ve “Mecbursun” arka arkaya geliyor. “Mecbursun” da şarkının “sen yeter ki sev” kısmını seyirciye tekrar ettirirken üzerine doğaçlama yapıyor Sertab. Birazdan çift ses yapmamızı filan isteyecek diye işkilleniyorum. O konuda hiç kabiliyetli değilim çünkü, rezil olurum, “Adama bak, utanmadan bir de müzik yazıyor ama çift ses yapamıyor,” derler. Neyse ki akustik sekans bitiyor ve yine biz video seyretmeye başlıyoruz.
“Sakin Ol” albümünün kapak fotoğrafı çekimleri sırasında kayda alınmış bir video bu. Sertab ter ü taze, pür-i pak… Sezen komut veriyor, “Elini kaldır, kolunu kıvır,” filan gibi şeyler söylüyor, Sertab poz vermeye çalışıyor. Nefis bir video. Gelin görün ki Sertab için hiç mi hiç mutlu hatırlanacak bir video değilmiş meğer. Bunu da videodan hemen sonra sahnenin önündeki merdivenlerin başına oturup bizimle dertleşmeye başladığı zaman öğreniyoruz. Biliyorsunuzdur, Sertab kolit hastalığından çok çekmiş ve neredeyse ölümden dönmüştü o yıllarda. O çekimin yapıldığı gün de acılar içindeymiş meğer. Gülümsemeye çalışırken aslında canı yanıyormuş.
Sezen’in bir cümlesi düşüyor aklıma: “Ne zaman canın yansa bu kadar derinden, sanırsın mümkün değil bir daha üzülmen…” Öyle değil midir hep? Fiziksel ya da değil, her çektiğin acı en fazlası gibi gelir de bundan daha kötüsü olamaz diye düşünürsün ya... Öyle değildir oysa. Geçip gider ve sadece kötü bir anı oluverir bir süre sonra. “Neyse… ‘Dram’a bağlamayayım…” diyerek yerinden kalkıyor Sertab. Hoooop dağılıveriyor bulutlar, elektrikli sazlarına vurmaya başlıyor müzisyenler. Milletçe topyekûn bu kadar sevindiğimiz, bu kadar imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir biçimde sevinçlere boğulduğumuz kaç gece var ki memleketin tarihinde? Hangi gece mi? Tabii ki 24 Mayıs 2003 gecesi. Sertab’ın Eurovision’da birinci olduğu gece. O şarkıyı söylüyor işte şimdi: “Every Way That I Can”.
Arkadaki ekranlarda ise Ürgüp mü desem, Nevşehir mi (bak bak bak müzik yazıyor, bunu bile bilemiyor), bir halk oyunları ekibinin görüntüleri var. Pek güzel uyuyor şarkıya. Video tasarımlarını yapan kişi (broşür yok, bilemiyorum) her kimse, her kreatif hem de esprili birisi. Teşekkürler “kişi”!
“Every Way That I Can”le gaza gelmemek mümkün değil, her nerede çalınıyor ve yaşatılıyorsa aynı şey oluyor hep. Nitekim yine oluyor. Hemen ardından da “Söz” ve “Rengârenk”le coşmaya ve taşmaya devam ediyoruz. Sonra Sertab bugünün onun evlilik yıldönümü olduğunu söylüyor. Bir alkış da bu özel gün için patlatıyoruz tabii.
Sırada yine bir video var. Bu videoyu biliyoruz aslında çünkü Sertab YouTube kanalına yükledikten sonra sosyal medyada çokça paylaşılmıştı. Hani stüdyoda Sertab “Alaturka”yı söylüyor, Sezen, Uzay, İskender filan hep orada… Şarkıyı deniyorlar. Hikâye malum; Sertab şarkıyı beğenip söylemiyor, sonra Sezen kendi albümüne alıyor.
Bu videoyu izlerken teknik bir aksaklık oldu ve videonun sesi çıkmadı. Hep olur ya, her şey iğne oyası gibi ince ince işlenmiştir ama bir yerden bir şey tekler illa ki… Öyle bir andı ama Sertab hemen durumu toparlayıp videodaki şarkıyı canlı canlı söylemeye başladı. Zaten akustik pozisyonu almıştı orkestra da… Peşi sıra “Tesadüf Aşklar”, “Bu Böyle”, “Koparılan Çiçekler” ve “İyileşiyorum”la konser devam etti.
Sıradaki video ise Aysel Gürel ve Sertab’ı bilmediğimiz bir şarkı üzerine çalışırken gösteriyordu. Hiç duymadığım bir şarkıydı bu. Güzel de bir şarkı. Neydi acaba? Sertab içimden geçenleri sezmiş gibi hemen izah etti. Bu şarkıyı o zamanlar albüme koymamış ama yeni albümüne koyacakmış, ziyan olmamış yâni.
Orkestra tekrar ayaklandığına göre “Kime Diyorum?”la devam edebiliriz. Bak işte bu da Sertab’ın en sevdiğim şarkıları listesinde ilk üçe girer. Değişik bir cilvesi, işvesi, muzırlığı olan, çok pozitif, çok kıvrak bir şarkı bu. Ardından yine son albümden “Olsun” geliyor. Şarkıdan sonra Sertab “Umarım eğlenmişinizdir,” diyor bir kez daha. Daha önce yazmadım ama bu temenniyi gece boyunca sıklıkla tekrar etmişti Sertab. “Ya bırak eğlenmeyelim Sertab ya,” filan diyesim geliyor artık. “Bak bir sürü şey geçirdin aklımdan, bir sürü anı tazeledin… Bana kendimi iyi hissettirdin, iyi bir şey izlemenin, iyi bir şarkıcı ve şarkılar dinlemenin o tarifsiz doygunluğunu yaşattın. Eğlendirme kısmını herkes yapıyor zaten. Dert etme!”
Ben bunları diyemeden konserin son şarkısı “Ateşle Barut” başlıyor. Bu şarkıyı da yeni ve güncellenmiş bir biçimde çalıyorlar. Şarkının sonunda seyircinin tempolu alkışı o kadar kuvvetli ki, sahnedekiler bir an gidecek gibi oluyor, sonra tekrar yerlerini alıyorlar. Sertab dalgasını geçiyor: “Biz aslında gidip sonra geri gelecektik.” “Bis” yapacaktık, oyunu bozdunuz diyor yâni. Ama sonra “En bayıldığım oyun bu,” diyor. Biz de bayılıyoruz.
Bu defa akustik enstrümanlarla ama ayakta çalıyor orkestra. “Zor Kadın”, “Kendime Yeni Bir Ben Lazım”, “Kumsalda” ve “Yanarım” arka arkaya geliyor. Eşlik etmesi kolay, ezberimizde kalmış bu dört şarkıyla bitiyor konser. Genelde hep konserde en son söylenen şarkı kalır aklınızda ve eve giderken hep mırıldanırsınız ya… Ben de “en sevmediğim şarkıları” diye diye kendim edip kendim buluyorum böylece. “Yanarım” kesinlikle sevmediğim ama benden başka herkesin bayıldığı bir Sertab şarkısı ve gecenin final şarkısı oluyor ne çare.
Kulise girmiyoruz, haliyle ben de simli bluzun gerçeğini öğrenemiyorum. Bir “after party” planlanmamışsa, davet de edilmemişsen kulise girmek ayıp gelir bana zaten. Bu kadar saat deli gibi şarkı söylemiş Sertab, şimdi senin benim “Ay çok şahaneydiniz!”lerini mi dinleyecek? Zaten bu yazı yeterince uzun oldu bir de kulis izlenimlerimi yazsam şişerdiniz vallahi.
Açık Hava’nın geniş kapısından dışarı çıkıyoruz. O güzel ’92 doğumlular o güzel taksilerine binip gitmeye başlamışlar çoktan… Bizim kuşak daha sakin, daha vakur yürüyor, ağır ağır… Herkes mesut, herkes (umarım) eğlenmiş.
Yazıyı nasıl bağlayacağımı düşünüyorum Nişantaşı’na doğru yürürken. Hayır, bir magazin programında yorumcu filan olsam “Sertab acaba neden evlilik yıldönümünde sahneye ‘I’m having a shit day’ yazılı bluzla çıktı?” diye bir soru sorar, fitnemi ortaya atar, bırakırım ama o imkân da yok. Konser sonunda taksi bulamama hikâyelerimiz de baydı artık, farkındayım ki İrem Derici geçenlerde konser sonunda taksi bulamama videosu çekip çıtayı çok yüksek bir yere koydu, artık erişemem, mümkün değil. En iyisi ben konserde son duyduğum şarkıyı mırıldana mırıldana yürüyeyim, nasılsa yazarken kendiliğinden bağlanır yazı:
“Yanarım yanarım, ne yapsam yanarım, ah gecelerin hesabını…”
NOT: Şarkının laneti midir nedir, sahiden yandığımı yazıyı bloga koyarken fark edecektim. Altı sayfalık yazıyı toparlamak hiiiiiiiiç kolay olmadı. Gece saat bilmem kaç olmuş ben hâlâ uğraşıyorum ve gecelerin hesabını kimlere sormam gerektiğini katiyen bilmiyorum.
Çok güzel olmuş! Kaleminize sağlık
YanıtlaSil