Aşkın Nur Yengi –
Mehmet Erdem Harbiye Açık Hava Konseri 13 Temmuz 2019
“Ben burada 1990 yılında Aşkın Nur Yengi’nin ilk konserini
izlemiştim,” diyorum taksiden iner inmez. Taksideyken söylememek için kendimi
zor tutmuşum. İstiyorum ki olay mahalline gelince atayım havamı. Ama Elhan pek
de umursamıyor bu söylediğimi; daha geçenlerde Ceyl’an Ertem konseri kulisinde
anlatmışım, üstelik tarihi de yanlış hatırlıyormuşum, Ağustos 1990’mış meğer.
Düzelterek söylüyorum bu defa ama Elhan tınmıyor. “Bayağı kalabalık,” diyor.
Bakıyorum, sahiden öyle. Her konsere gelişimizde Açık Hava’ya doğru yürürken
seyirci profili analizi yapıyoruz. Bazen “Hımmm davetli fazla!” diyoruz mesela,
bazen de “Hımmm bu konser bizim yaştakilerin daha çok ilgisini çekmiş demek…”
Sahiden de konserden konsere değişiyor dışarıdaki kalabalığın profili,
akışkanlığı, hareket biçimi ve hatta giyim kuşamı. Memleket zaten baştan aşağı
kültür mozaiği. Her müziğin, her şarkıcının alıcısı da başka. Ne ki bu defa bir
değil, iki şarkıcı var: Aşkın Nur Yengi ve Mehmet Erdem.
Bu tür ortak işlerden korkuyorum açıkçası. Son yıllarda iki
kötü deneyim yaşadım. Biri Bülent Ortaçgil – Birsen Tezer konseriydi ki ilk
yarıda Ortaçgil’in O’su bile yoktu (baştan sona Birsen Tezer konseriydi) ve biz
bardaktan boşanırcasına yağan yağmur altında Ortaçgil’i (yani ikinci yarıyı)
beklerken af edersiniz “underwear”imize kadar ıslanmış, sonra Şirin Baba’yı
ancak iki şarkı kadar dinleyip Açık Hava’dan sırılsıklam ayrılmıştık. Bir de
daha eski bir Nükhet Duru – Yaşar konseri vardı ki o daha acıklı. Ayrı ayrı
tellerden çalan iki orkestra, birlikte söyledikleri şarkıların birini bile
uyumlu söyleyemeyen iki şarkıcı ve iki cephedeki gerilimin seyirciyi de gerim
gerim gerdiği bir konser…
İki şarkıcı bir araya gelip konser yapacaksa bir sebebi
olmalı. Herkes Sertab değil ki oracıkta bir konsept bulsun, sonra da çalışıp
gelsin. Ayrı ayrı orkestralarla ayrı ayrı konser vereceklerse ona iki konserli
bir gece denilebilir belki, onu da anlarım ama o zaman öyle duyurursun. Küçük
çaplı bir festival kafası yâni. Ama beraber bir konser diye duyuruyorsanız ve
şarkıcının biri ilk yarı sahnede hiç gözükmüyorsa ve dahi farklı orkestralarla
çalıp söylüyorlarsa, o biraz anlamsız geliyor bana. Bu gece de öyle mi olacak?
Sahnedeki ekranda niye sadece Mehmet Erdem yazıyor mesela? Ve niye ön tarafta
ayrı, arka tarafta ayrı enstrüman grupları var?
Her hâl ve şartta seyirci için cazip bir şey tabii. Bir
gecede iki kuş. Bekleyelim görelim demeye kalmadan ön taraftaki orkestra grubu
yerini alıyor. Saat 21:15 ve Açık Hava’da ne kadar konsere geldiysem bu yaz,
hepsi 21:30’da başladı. İlk kez biri erken başlıyor ya hayırlısı bakalım.
Âdet olduğu üzere önce orkestra tarafından bir “intro”
çalınıyor. Daha önce çok kez izledim Mehmet’i sahnede. Ne beklemem ve ne
beklememem gerektiğini biliyorum. Sürprizlerle dolu bir insan değil sonuçta.
İlerleyen dakikalarda beni şaşırtıp Aşkın’la bir Latin dans, (farz-ı misal
samba) yapar mı?.. Düşük ihtimal. Haliyle bana malzeme çıkmayacak, adım gibi eminim.
Bari tuhaf bir kıyafet giyip gelmiş olsa da ona iki laf etsem diye düşünürken
siyah takım elbise, beyaz gömlekle çıkıp geliyor. İlk şarkı pek tabii ki “Hâkim
Bey”.
Arkasından da hiç kesmeden “Hara”, “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”
ve “Gibi Gibi” bağlanıyor ardı ardına. Şarkılar çok güzel; zaten Mehmet’in
albüm repertuarları da hep çok güzel oldu. Gerek seçilen “cover” şarkılar,
gerekse yeni şarkılar hep iyiydi dört albümünde de. Çağlayan gibi bir sesi
olmadığı malum ama sesine ve tavrına göre şekillendi zaten müziği. Bu durumun
sebeplerinden biri de tam karşımda duruyor aslında. Alper Atakan klavyenin
başında. Önünde de bir mikrofon var ve oradan sürekli orkestradakilere talimat
veriyor. Onlar da kulak içi (veya dışı) kulaklıklarından aldıkları talimatlara
göre çalıyorlar. Biraz hazırlıksızlık durumu var gibi. Tabii yaz boyu Mehmet
çat orada çat kapı arkasında, sürekli sahnede. Belli ki bu konsere özel prova
yapacak zaman bulamamışlar.
Bu ilk dört şarkının ardından ilk konuşmasını yapıyor Mehmet
Erdem. “Çok heyecanlıyım,” diyor. “Burası mabet gibi bizim için,” diye devam
ediyor. Acaba ilk Harbiye’si mi diye bir an şüpheye düşüyorum. Sevinçli bir
şüphe bu zira öyleyse 20 yıl sonra anlata anlata bitiremem diye pek seviniyorum
ama öte yandan geçen sene Rubato’yla birlikte çıktı diye de hatırlıyorum.
Neyse, araştırır, öğreniriz elbet.
Bu arada her alkış aldığında elini göğsüne götürüyor Mehmet.
“Eyvallah” diyor yâni, ne desin, “Çok mersi” diyecek hâli yok ya, Mehmet bu;
ağır abi.
Yine arka arkaya üç şarkı söyleniyor bu defa: “Affetmedim
Kendimi”, “Sensiz Ben Olamam” ve “Acıyı Sevmek Olur mu?” Bu sonuncu şarkıda
seyirci var gücüyle eşlik ediyor. Var gücüyle diyorum çünkü Mehmet’in tonundan
Mehmet’e eşlik etmek her babayiğidin harcı değil. Ton tutturma derdiniz yoksa,
salın gitsin, o ayrı. Öyle de yapıyorlar zaten. Mehmet de Alper de seyircinin
bu reaksiyonuna karşılık gülümseyerek bana doğru bakıyorlar. Yanlış bir şey mi
yaptım, ne oldu, yoksa aklımdan geçeni mi okudular nedir derken, bana değil,
arka çaprazımda oturan Cihan Güçlü’ye baktıklarını fark ediyorum. Şarkının söz
ve müziği onun ya, “Bak senin şarkı nasıl almış yürümüş,” diyorlar yâni.
Bu şarkıdan sonra Mehmet bir kez daha konuşmaya yelteniyor
ve “Aralarda konuşmam gerekiyor ama ben konuşmayı çok beceremediğim için siz
konuştum farz edin,” diyor. Zaten çok konuşma isteseydik üç gün bekler, “Çok
Güzel Hareketler Bunlar 2”ye gelir, Allah’ımızdan bulurduk; boş ver Mehmet, sen
şarkılarına devam et.
Ediyor. “Herkes Aynı Hayatta” ve “Olur Ya”yı söylüyor arka
arkaya, sonra bir kez daha “Hâlâ çok heyecanlıyız,” diyerek sahneye getirilen
sandalyeye oturuyor. Dedim ya, ağır abi, kendinden “biz” diye bahsediyor. Şimdi
sahneye bir de nargile getirseler ve oturduğu yerde şarkı söylerken bir yandan
da nargileden çekmeye başlasa zerre yadırgamayacağım, öyle de bir his yaratıyor
insanda (ki kaç kere röportaj yapmışlığım, oturup konuşmuşluğum var, hiç öyle
biri değil aslında.) Neyse ki eline marpuç değil, ud alıyor ve bir solo atıyor,
sonra o solo “Kum Gibi”ye bağlanıyor. Arkasından da bir başka Ahmet Kaya
şarkısı “Arka Mahalle” geliyor. “Öyle Bir Yerdeyim ki (Dostum Dostum)”, “Ben
Bilirim”, “Böyle Ayrılık Olmaz”, “Hava Nasıl Oralarda” ile bir “cover” serisi
daha tamamlanıyor.
Bu arada seyirciler arasında ünlü simaları tarama görevimi
konserin en başında yaptığımı söylemeyi unuttum. Hıncal Uluç ve Nilgün Belgün’ü
görüyorum ama başka pek tanıdık, bildik yok gibi. Bu yaz hangi konsere
gittiysem aynı ünlü kuraklığı vardı, neden bilmem. Bir yerden sonra Hıncal
Uluç’u ve fularını da görememeye başlıyorum. Sebebini ise birkaç gün sonra
aşağıya alıntı yaptığım yazısından öğreneceğim:
“Bir başladı.. Davul,
saks, bas ve klarnet, solistle yarışıyor. Birinci şarkısının ortasında,
yanımdaki Kemal'a "Yahu Türkçe söylüyormuş" dedim. Şarkıyı geçin
dilini anlayamadık, orkestra denen şeyin yarattığı gürültüden.
Mehmet Erdem'in yarım oktav sesi var mı, yok mu, onu da anlamadım.
Dümdüz bağırıyor.. Bağırmayı şarkı söylemek sanıyor..
Tonmaister diye biri
sahnede değil, tiyatroda bile yok.
O gürültü kafamızda
tam 1 saat 45 dakika patlayınca, kimsenin Aşkın Nur'u
dinleyecek hali kalmadı.
Nihayet bitince, "Ben kaçıyorum" dedim ki, herkes fırladı. Arkamıza
bakmadan..”
(Boşlukları özellikle bıraktım çünkü biliyorsunuz artık
gazete köşe yazıları böyle şiir gibi satır satır yazılıyor, raconu bozmayayım
dedim. İki noktalar da benim değil Hıncal Bey’in imlâsı; tam olarak ne için
kullanıldığını bilemiyorum zira biraz ayıp olacak söylemesi ama Türkçe’de iki
nokta yan yana diye bir noktalama işareti yok.)
Ne olursa olsun bir gazetecinin, davetli olduğu (para verip
gelmemiştir herhalde) konseri yarıda bırakıp gitmesi büyük kabalık zaten de onu
geçiyorum. Fakat Mehmet Erdem’in “bağırdığını” iddia etmek nedir? Mehmet
Erdem’in şarkıcılığına getirilebilecek en son eleştiri “bağırdığını” söylemek
olabilir herhalde. Hani insanın doğuştan kulağı olmasa, Mehmet’in duruşundan,
tavrından görür de anlar bağıramayacağını… (Üç nokta, evet.) Ayrıca orkestranın
sesi de gayet dengeliydi, gayet de iyi çalıyorlardı, siz bana itimat edin. Tonmaysterin
olmaması gibi bir durum zaten mantıken mümkün değil. Evet, ufak tefek
aksaklıklar oldu ama bunlar ortalama dinleyicinin farkına varamayacağı
şeylerdi. Öyle bir orkestranın gürültü yarattığını söylemek de yıllarca müzik
sektörünün içinde olmuş, menajerlik filan yapmış biri için konseri terk
etmekten daha da büyük ayıp, söylemeden edemeyeceğim.
Neyse…
Mehmet yedi yıl önce Açık Hava’ya Sezen Aksu konseri için
geldiğinde onu henüz kimsenin tanımadığını anlatıyor sonra. “Hâkim Bey”in ilk
çıktığı zamanlar. Önce Zülfü Livaneli, daha sonra Levent Yüksel tarafından
söylenen şarkının asıl sahibini yeni bulduğunu anlatır Sezen o konserde ve
Mehmet’i dinleyiciye tanıştırır. Sahiden de öyle olur ve şarkı Mehmet’le
patlar.
Sonrasında orkestra elemanlarından birinin çaldığı şahane
bir balaban (ya da duduk) solodan sonra iki Sezen Aksu şarkısı geliyor arka
arkaya: “Belalım” ve “Masum Değiliz”. Ardından Mehmet, “Beni çok sakin
sanıyorlar ama aslında değilim,” diyor. “Biraz hareketli bir şeyler çalalım,”
diyerek devam ediyor. Ne ki çaldıkları şarkı “Sevemedim Karagözlüm” olunca pek
de hareket edemiyor seyirci. Ama sonrası coşma garantili: “Nar Danesi (Sevda
Olmasaydı)”, “Dane Dane Benleri Var Yüzünde”, “Arpa Buğday Daneler” ve “Bahçe
Duvarından Aştım” arka arkaya söyleniyor.
Seyirci coşup taşınca ayrı bir gaza gelip alkışlar ya, tam
da yerinde Mehmet “Bu alkışlar eserlerini söylediğimiz müzisyen abilere,
ablalara gelsin,” deyiveriyor. Bak bunu da herkes söylemez. Mehmet müzisyen ya,
sahnede önde duran kişinin egosunu en çok nereden törpülemesi gerektiğini iyi
biliyor. Biraz da ondan değil mi meşhur bir şarkıcı gibi değil de orkestranın bir
elemanı gibi davranması, durması? Sadece bir tek şarkıda (hangi şarkı not
almamışım ama hatırlıyorum) sadece bir on beş saniyeliğine filan mikrofonu
sehpasından ayırıp eline aldı, öne doğru birkaç adım attı, sonra yerine taktı
ve bir daha hiç çıkarmadı. Zaten sahnede tur atsa ne olacak, siyah takım
elbiseli, beyaz gömlekli kara kuru bir adam işte bir Jennifer Lopez değil
sonuçta. Öyle bir şey arasak, 10 gün daha bekler Ziynet Sali konserine
gelirdik, değil mi ama?
Hıncal Uluç’a sadece şu noktada katılıyorum; bu bölüm biraz
fazla uzuyor. Mesela burada bitebilecekken, bitmiyor ve arka arkaya üç
hareketli şarkı daha geliyor: “Koca Dünya”, “Bir Elmanın Yarısı” ve “Aşkımız
Bitecek”. Şahsen ben oturduğum sandalyeyle münasebetin son sınırına geldiğim
için yerimden kalkıp hemen yan tarafımızdaki boşlukta oynamaya kaptırmışların
arasına, onlara katılacakmışım izlenimi yaratmak pahasına kaçmak ihtiyacı hissediyorum.
Neyse ki sonrasında ara veriliyor.
Arada sahnenin ön tarafındaki orkestra grubu toparlanıyor ve
ekranda bu defa Aşkın Nur Yengi yazısı beliriyor. E n’oldu şimdi Mehmet gitti
mi yâni? Yok, gitmemiş. İkinci yarıyı düet şarkıları “Allah’tan Kork” ile el
ele açıyorlar. Güzel şarkı, ben seviyorum. Sonrasında Aşkın, Mehmet’i onore
edici bir şeyler söylüyor, onun efendiliğinden dem vuruyor ve bu gece Sezen
Aksu’nun doğum günü olduğunu söylüyor. Sonra da seyirciyi bir sürpriz için
örgütlüyor. Hep beraber “İyi ki doğdun Sezen” diye şarkı söyleyeceğiz ve bu
ânın videosu elbette ona ulaşacak. Dediğini aynen yapıyoruz.
Sezen’in bildiğim kadarıyla resmi bir hesabı yok
Instagram’da ama ben dâhil elinde telefon olan herkes şarkıyı Sezen Aksu
“hashtag”iyle hikâyelere attı bile. Doğum günü şarkısının sedası Göksu’daki
stüdyonun bahçesine çoktan varmıştır. Evet, orada Sezen… Yakın arkadaşlarıyla
doğum gününü kutluyor o da. Şu anda kalksak gitsek hep beraber, kapıya dayansak
5000 kişi. Bir o söylese bir biz. Hasret gidersek… Mantıksız tabii. Cumartesi
gecesi köprü trafiği olur her şeyden önce. Zaten ikinci köprü de tadilatta. En
iyisi biz oturalım oturduğumuz yerde de Aşkın’ı dinlemeye devam edelim.
Zaten o da bir Sezen Aksu şarkısı söyleyecek şimdi. 1990
yılında öyle miydi ya? Kızcağız ilk konserinde arka arkaya ilk kasetindeki
şarkıları söylerken seyirciden zırt pırt “Şinanay” isteği geliyordu. “Şinanay”
ortalığı yıkıp geçiyordu o ara ve Aşkın da Sezen’in öğrencisi olarak pekâlâ
söyleyebilirdi bu şarkıyı. Ne ki duymazdan gelmişti Aşkın. Ya öyle
tembihlemişlerdi (“Aptallık etme, sen Aşkın Nur Yengi’sin, Sezen’in yedeği
değilsin; bağımsız bir kariyer edinmek için Sezen’in söylediği şarkılardan
söylememelisin,”) ya da prova etmedikleri için gözü yememişti, bilmiyorum. Ama
bak şimdi “Ne Kavgam Bitti Ne Sevdam”ı söylüyor işte Mehmet’le ve seyirciyle
birlikte.
Bu şarkıdan sonra Mehmet sahneden ayrılırken Aşkın konserin
sonunda yine birlikte söyleyeceklerini, Mehmet’i açmaya niyetli olduğunu
şakayla karışık anlatıyor. Yoksa?.. Yoksa samba mı?.. Yok canım, o kadar da
değildir herhalde. Mehmet mikrofon sehpası olmaksızın söyledi iki şarkıyı
zaten; bence bundan daha fazla açılamaz. Bakalım, göreceğiz.
Ve Aşkın’ın solo konseri başlıyor. Önce “Yazık”, ardından
“Yalancı Bahar”, sonra da “Bir Zaman Hatası”. Neresinden baksanız her
albümünden birkaç “hit” çıkarmış Aşkın; son albümleri hariç. Haliyle repertuar
sağlam. Zaten şarkıcılığı pürüzsüz, güldür güldür. Orkestra deseniz, uzun
yıllardır birlikte çalıştığı bir ekipten müteşekkil; bir hareketiyle yön
verebileceği kadar alışkınlar birbirlerine.
“Çok şahane müzisyenlerle çalıştım, şanslıydım. Uzay da
bunlardan biriydi. Gencecik yaşına rağmen müthiş bir yetenekti,” diyerek Uzay
Heparı’yı yad ediyor ve “Karanfil”i söylemeye başlıyor sonrasında. Bu şarkıya
bağlı olarak da “Susma”, “Sevgiliye” ve “Hesap Ver” ardı ardına geliyor. Hepsi
sağlam şarkılar… Sahi niye böyle şarkılar yazılmıyor artık? Aşkın konserin bir
yerinde bunu şöyle açıklayacak: “Öyle duygular yaşamıyoruz artık.” Haksız
sayılmaz.
“Zehir Gibisin” başladığında sahneye dansçılar da geliyor.
Su gibi dansçılardan nefis bir Latin dans izliyoruz. Aşkın bütün
profesyonelliğiyle sahneyi dolduruyor, yeri geliyor kendi figürleriyle dans
ediyor (ki Latin dans çok seviyor, onu biliyoruz), yeri geliyor sahnenin bir
sağını bir solunu turlayıp her cenahtaki seyirciye pas veriyor. Kostümü etekli
olsa o etekleri de savurur dururdu mutlaka, buna eminim ama tek parça, siyah
bir tulum giymiş. Bir tarafı tamamen boncuklarla işli, şık bir kostüm. Ancak bu
boncuk işleme teknolojisi sanırım inovasyona muhtaç zira Ceyl’an Ertem
konserinde yaşanana benzer bir şey yaşanıyor yine ve bu defa da Aşkın’ın
boncukları dökülüyor. Neyse ki o da farkında. “Boncuklarım dökülmüş,” diyor
şarkıdan sonra yerlere bakıp. Her şeye, orkestraya, seyirciye, şarkılarına ve
sahneye o kadar hâkim ki, fark etmemesi imkânsız zaten.
Aşkın’ın ablası Süheyla Yengi tam yanımızda oturuyor. Ara ara
bir felakete maruz kalmış ya da kalacakmış gibi kafasını çeviriyor ya da eliyle
gözlerini kapatıyor. Aşkın sahneden düşüverecek diye korkuyormuş meğer. Sahiden
de Aşkın ön taraftaki podyuma geldiğinde bizim bulunduğumuz yerden bakınca
sınırda duruyormuş gibi görünüyor. Mesafe var oysa ve Aşkın o mesafeyi
çaktırmadan gözetecek kadar da uyanık. Ama abla yüreği işte. Elhan teskin
etmeye çalışıyor Süheyla Hanım’ı, derken en sonunda Süheyla Hanım dayanamayıp
sahneye laf atıyor: “Çok korkuyorum düşeceksin diye!” diyor. Aşkın tam
anlamıyor söyleneni “Ablam hâlâ benim için dua ediyor sahneye çıktığımda,” gibi
bir şey söylüyor. Ama bir ara da “Kenan buradan mı düşmüştü?” diye soruyor.
Allah vermeye Süheyla Hanım kalp sektesine uğrayacak, Aşkın işin gırgırında.
“Hadi Git”, “Başka Bir Şey” ve “Serserim Benim”le ‘90’ların
ilk yarısında oradan oraya savrulmaya devam ediyoruz. “Ayrılmam”ı söylerken
seyircilerin arasına iniyor Aşkın. Onlarla beraber söylüyor. Seyirci de bir
edepli; “selfie” çekeceğim diye kimse sağa sola çekiştirmiyor mesela. Mesafeli
bir duruşu vardır ya Aşkın’ın yıllardır, seyircisine de sirayet etmiş belli ki.
“Oturun” dese oturacağız, “kalkın” dese kalkacağız, hatta “Şimdi herkes sağ
elini kafasının üstüne koysun,” dese niye diye sorgulamadan onu da yapacağız, öyle
bir saygılı çekinme hâli. Hemen ardından “Hiç Ummazdım”ı söylüyor mesela, ohhh
oynuyor bir yandan ama ritme kapılıp onunla birlikte oynamaya başlayanlar da ne
bileyim, siz deyin düğündeki elti, ben diyeyim görümce edalarında, hanım
hanımcık, usturuplu; büsbütün kapıp koyvermiyor kimse yâni.
“Kara Çiçeğim”i söylerken sahnenin ön kısmına oturuyor
Aşkın. Ardından da “Ünzile”yi söylüyor. Şarkı başladığında sahneye gelinlik
giydirilmiş ama elinden oyuncak bebeğini de bırakmamış bir küçük kız çocuğu
çıkıyor ve şarkıda anlatılan dram canlandırılıyor böylece. Şarkının sonunda da
Aşkın, küçük kızın duvağını kaldırıp onu öpüyor.
“Ünzile”yi ilk kez 1985 yılında Şan Tiyatrosu’nda sahnelenen
Sezen Aksu Söylüyor adlı gösteride duymuştum. Henüz “Git” plağı piyasaya
çıkmamıştı ve şarkı hiç bilinmiyordu. Sezen’in de oynadığı skeçler vardı
gösteride ve bu şarkıdan önce sahnelenen skeç çok etkileyici idi. Sezen
bebeğiyle oynayan küçük bir kız çocuğu, Sevil Üstekin ise ona artık 11 yaşına
geldiğini, “gelinlik kız” olduğunu, evlendiğinde neler yapması gerektiğini
anlatan annesi… (YouTube’da var, izlemenizi öneririm.) Düşünün ki sene 1985.
Şimdi kaç? 2019 ve biz bu şarkıyı dinlerken, şarkı sözlerinde Aysel Gürel’in
anlattıklarını geçmişte kalmış bir toplumsal yara olarak değil, bugün de
yaşanmaya devam eden bir sorun, bir dram olarak içimizde duyuyoruz. Üzülüyor
insan…
“Ünzile”nin hemen ardından bir başka hüzünlü sahne daha
yaşanıyor. Bu defa Aşkın, Harun Kolçak’la düet yapıyor. Müzik sektöründe Harun
Kolçak’la anısı olan çok kişi var muhakkak ama Aşkın için Harun’un yeri başka.
Yola birlikte çıktılar çünkü. Aşkın – Harun ikilisi olarak ilk önce 1987
Eurovision Türkiye elemesinde yarıştılar, sonrasında iki ayrı festivale katılıp
ikisinde de birinci oldular. Dahası Aşkın’ın ilk albümünde Harun’la bir düeti
vardı. İşte o düet canlanıyor sahnede tekrar. Harun yok ama sesi var, ekranda
görüntüsü var ve sahneye konulmuş ikinci bir mikrofon var. Orkestra canlı
çalıyor, Harun’un sesi yeri geldiğinde bilgisayardan veriliyor. Kolay bir iş
değil. Nitekim şarkının ilk yarısında ufak bir aksama da oluyor ama kimin
umurunda? Öyle duygusal bir an yaşıyoruz ki o an, gözlerimizde yaşlar
birikiyor.
Aynı duygusallıkla sözü ‘80’li yıllara getiriyor Aşkın
şarkıdan sonra. “Portakal kokulu yıllar” diye bahsediyor o günlerden. Babasının
sobanın üzerine koyduğu portakal kabuklarının kokusunu anlatıyor. Çocukluğunu
sobalı yıllarda yaşamış herkesin hâlâ burnundadır o benzersiz koku. Bir an
yoklayıp geçiyor nitekim beni de. Bir kanun solo çalınıyor, ardından “Aldırma
Gönül” ve “Çöpçüler”i söylüyor Aşkın. Niyet güzel olsa da bu şarkılar bana
gereksiz geliyor biraz. Sonuçta bar ya da gazino programında değiliz ve Aşkın’ın
kendi diskografisinden söyleyebileceği daha bir sürü şarkı var.
Neyse ki oradan devam ediyor ve “Ay İnanmıyorum” başlıyor bu
iki şarkının ardından. Sahneye dört tane dansöz kıyafetli dansçı geliyor, Aşkın
iyice coşuyor, coşturuyor. Arada Nükhet Duru’nun oynama stilini taklit ediyor,
oryantal yapıyor. Peşi sıra “Koca Dünya” başladığında ise sahneye Mehmet ve
diğer dansçılar da geliyor. Belli ki finale gidiyoruz artık. Cümbür cemaat, şen
şakrağız şimdi.
Her ne kadar onlar veda etseler de seyirci etmiyor doğal
olarak. Geri geliyorlar ve “bis”te “Allah’tan Kork”u bir kez daha söylüyorlar. Gecenin
son şarkısı ise “Sevdan Olmasa” oluyor. Bu son şarkıda Aşkın, Mehmet’i epeyce
zorluyor dans etsin, en azından birazcık kımıldasın diye. Hah diyorum samba şimdi
geliyor ama Mehmet sadece gülüyor ve asla o topa girmiyor. Benim fazla küçük beklentim
de tamamen suya düşüyor böylece ama yazının başlığını daha konsere gelmeden
koymuşum, katiyen değiştiremem. Onlar da beni yalancı çıkarmasalardı ne
yapayım? Ayrıca başlık cümlesi Mehmet’in şarkı söylerken bağırdığını yazmaktan
daha abuk değil bence.
Saate bakıyorum, eni konu gecenin 1’i olmuş. Erken de
başladığı düşünülürse, Açık Hava konserleri standartlarına göre epeyce uzun
sürmüş konser. Seyirci memnun, ona şüphe yok. Tabii ben yine de bütün olarak
baktığımda memnuniyetsizlik duyacak bir şeyler buluyorum. Başında yazdığım şey
asıl sorun bence. İkili bir konser ama iki ayrı konser aslında. Tek bağlantı, düet
şarkı; gerisi zorlama. Tek tek baktığınızda Aşkın en azından birkaç enstantane
ile bile olsa Harbiye’ye özel bir şeyler yaparken, Mehmet Erdem cephesinde standart
Mehmet Erdem programlarının ötesinde hiçbir şey yok. Sahnedeki “led” ekran
görüntüleri (Harun’u gördüğümüz kısım dışında) neredeyse işlevsiz ve bir hayli
özensiz. Işık deseniz standart. Neyse ki seyirci benim kadar mız mız değil.
Salondan dışarı çıkınca bakıyorum, yine su filan satanlar
var ama hiçbir satıcının aklına “Ayran buyurun, ayran buyurun…” şarkısını
söyleyerek ayran satmak gelmemiş. Oysa Livaneli konserinden sonra Türk bayrağı
ve Ekrem İmamoğlu baskılı tişörtler filan satan satıcılar görmüştüm. Aşkın
kariyerinin o klasiği yurdum satıcılarının ticari zekasıyla buluşmamış demek.
1994 yılında olsaydık, buluşurdu muhtemelen…
Ama bin kunduz işte 2019
yılındayız; 1990 yılında hiç değiliz. Zaten 1990 yılında olsaydık, bizi almaya
gelmiş olan babam Açık Hava’nın kapısının tam karşısındaki köftecilerin önüne
arabasını park etmiş olurdu, taksi maksi düşünmeden arabaya biner, trafik neyin
olmayan “Boğaz Köprüsü”nden geçer, tıngır mıngır evimize giderdik. Sonra ben Aşkın’ın
“Sevgiliye” kasetini “walkman”ime takar, dinleye dinleye uykulara dalardım. Nitekim
Aşkın’ın ilk konserini izlediğim gece aynen öyle olmuştu. Mehmet Erdem mi?..
1990 yılında o daha 12 yaşındaydı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder