(Bavul dergisi Mayıs 2016 sayısında yayımlanmıştır.)
Bir yolcu otobüsü dolusu 19-20 yaşlarında genç düşünün. Bir Temmuz
akşamı İzmir’den Urla’ya, yaz kampına doğru yol alıyoruz. Sene 1988. Otobüsün
teybinde Zeki Müren’in “Gözlerin Doğuyor Gecelerime” kaseti çalıyor. Bir yolcu
otobüsü dolusu 19-20 yaşlarında genç neden Zeki Müren dinler; muhtemelen
şoförün kaset arşivinde dinlenilebilecek daha iyi bir şey olmadığı için ama
durumun saçmalığı bundan ibaret değil zaten. Hepimiz çalan şarkıları ezbere
biliyoruz. O ara o kaset çok popüler belli ki. Zeki Müren’le birlikte
söylemekle kalmıyor, bir de onun gibi “s”leri tıslata tıslata, “z” leri vızlata
vızlata, “r”leri “rrrrrrrrr”layarak, “k”ları üzerine basa basa telaffuz ederek
söylüyoruz. “O çeşşşşşşşşşşşşme kurumuşşşşş akkmıyor aaaarrrrrrrrtıkk…”
Ömrü hayatımda yaşadığım, yaşayacağım en absürd anlardan
biriydi. Aslına bakarsanız, “an” da değildi; neresinden baksanız bir kaset
boyu, yaklaşık 60 dakika sürmüş olmalı. Güzel çocuklarmışız. Eğleniyorduk evet
ama kendimizce alay mı ediyorduk, saygı mı gösteriyorduk, ayırdında değildik. Zeki
Müren’in Türkçeyi en güzel telaffuz eden şarkıcı olduğunu söylerlerdi hep. E
bize de ilkokuldan itibaren Türkçeyi doğru ve güzel telaffuz etmemiz gerektiği
öğretilmişti. O zamanlar bunun bir önemi vardı, değerli bir vasıftı. Gündelik
hayatta öyle konuşsak pek çıtkırıldım durabilirdi. Belki de böyle denemek
istedik, ne bileyim ben.
Güzel Türkçesi mi,
güzel sesi mi?.. Güzel giysileri mi yoksa, o tavus kuşu ihtişamı mı?.. Neyse
artık sırrı, Zeki Müren dendi mi akan sular dururdu büyüklerimiz için. Yılbaşı
gecelerinin fırında kızarmış tavuklu, sigara börekli, bademli, fıstıklı,
gazozlu, mandalina kabuğu kokulu, tombala taşı şıkırtılı hay huyunda sıra
gecenin en müstesna anına geldi mi, Zeki Müren göründü mü siyah beyaz ekranda yedi
şarkıya yedi ayrı kostümüyle, çıt çıkarılmazdı artık. Nasıl gazino sahnesine
çıktığında garsonlar servisi keser, müşteriler ellerindeki çatal bıçağı
bırakırsa, televizyon ekranına çıktığında da evlerde hayat durur,
televizyonların ses düğmesi yukarı doğru çevrilir, dört duvar onun billur
sesiyle yankılanmaya başlardı. “Benim canımdan çok sevdiğim aziiiiiiiz ve
muhterem dinleyicilerim…”
Evet, bir şarkıcıdan
çok daha fazlası bahsettiğimiz kişi. Şimdilerde uluorta herkese yapıştırılan
“fenomen” kelimesinin tam karşılığı. Toplumun önyargılarına, tabularına, değer
ölçütlerine şimdilerde haydi haydi ama o zamanların nispeten ferah ortamında
bile çok aykırı, çok başına buyruk olup ama bir o kadar da saygılı durarak
kendi illüzyonunu yaratmış, bizi buna can-ı gönülden inandırmış bir “algı
yöneticisi” belki de. Tek başına bir reklam ajansı, bir “PR” şirketi, bir basın
kuruluşu, bir televizyon kanalı, marka değeri yüksek bir holding… Tabii bütün
bunların inşasını ve yıllar boyu ayakta durmasını sağlayan o sağlam temel: Şarkıcılık
becerisi, sesinin ve şarkı söyleme biçiminin benzersizliği ve muazzam musiki
hâkimiyeti.
Zeki Müren deyince çoğumuzun ilk aklına gelen “İşte Benim
Zeki Müren” şarkısı, o şarkının da bulunduğu ve bu yazının başında da bahsi
geçen “Gözlerin Doğuyor Gecelerime” albümü dâhil, o hayattayken yayımlanmış son
altı albümünün şarkıları geliyor. Çünkü özel radyo ve televizyonların açıldığı
’90 başından itibaren Zeki Müren’i hep o şarkılarla gördük ekranda. Fazla
kiloları belli olmasın diye ya tahta aksamı oymalı, işlemeli, görkemli bir
koltuğun arkasında ya da en az yirmi parça saz önünde belden yukarı, hatta “baş
plan” çekilmiş görüntülerde dallı güllü, çiçekli böcekli, işlemeli, ışıl ışıl
ceketler, gömlekler içerisinde “Seviyorum işte, var mı diyeceğin?” derken
delici bakışlarıyla insanda “Yok abi, sev sen yani ne diyeceğimiz olabilir ki?”
diye cevap verme hissi yaratan o geçkin Zeki Müren figürü yer etmiş en çok
aklımızda.
Oysa müzikal açıdan en fena dönemidir bu son dönem. Sağlık
sorunlarının arazları, inziva hayatının kondüsyon eksikliği yansır sesine. O
eski billur sesin üzerini bir toz tabakası kaplamış gibidir, tıknefes, yorgun
hali hissedilir. Üstüne üstlük bu albümlerin repertuvarları da genellikle günün
popüler şarkılarından çalakalem çatılmış gibidir.
Zeki Müren’in ‘50’li yılların hemen başında yayımlanan ilk
taş plağında “Bir Muhabbet Kuşu” adlı şarkıyı okur ve bu şarkı onun kısa sürede
ülke çapında tanınmasını sağlar. Sonrasında ardı ardına yayımlanan taş
plaklarına ve 45’liklerine şöyle bir göz attığınızda görürsünüz ki, ağırlık alaturkada
olsa bile, her zaman dönemin popüler ve “daha hafif” şarkılarını
seslendirmekten de geri durmamıştır. Harcıâlem bir şarkı olan “Lingo Lingo
Şişeler”i de plak yapar mesela, Dramalı Hasan’ın “rumba” şarkısı “Kanamam”ı da.
Sahnede de bu formülü uygular
ve genellikle programlarının ikinci yarısında popüler şarkılar seslendirir. Bu
yüzden dönemin muhafazakâr alaturka çevreleri tarafından eleştirilir de. Ama
onun geniş kitlelerce benimsenmesini de bu sağlar aslına bakarsanız. Halk,
sahne üzerinde insan üstü bir erişilemezlikte gördüğü Müren’in filmlerinde kâh
gariban bir araba tamircisi, kâh bir şoför, kâh bir zengin köşkünün bahçevanı
olmasını nasıl sevip benimsediyse, “Katip Arzuhalim Yaz Yare Böyle” türküsünü,
“Zahidem”i seslendiren şarkıcı Zeki
Müren’i de öyle sever, benimser, kendinden görür.
Müren’in ‘70’lerin
sonunda “Hayat Harcadın Beni” ile başlayan arabesk denemeleri, 26 dakika
uzunluğundaki “Kahır Mektubu” ve sonrasında Selami Şahin şarkıları ile devam
ederken, yavaş yavaş klasik alaturka şarkılardan tamamen uzaklaştığı bir dönem
başlayacaktır. En büyük rakibi Bülent Ersoy bile, zaman zaman tamamen klasik
musiki şarkılarından oluşan albümler yaparken, Zeki Müren yoluna arabeskle ve o
zamanlar adına Hafif Türk sanat müziği denilen türde şarkılarla devam eder. Nitekim
1992 yılında yayımlanan son albümü “Sorma” da böyle bir albüm olarak tarihe
yazılacaktır.
Zeki Müren’i sesinin, şarkıcılığının ve dahi yorumculuğunun
ötesinde değerli kılan ama pek de göze görünmeyen incelik burada saklıdır
aslında. O, çoğumuza hatta artık hepimize anlaşılmaz gelen binlerce klasik Türk
musikisi eserini söyleyebilecek yeterliliğe, donanıma ve sese sahipken, bu
konuda her otorite de hakkını teslim ve takdir ediyor iken, Zeki Müren sadece bu
yanı nedeniyle bile nice şarkıcıdan fersah fersah önce olmanın burnu büyüklüğü
ile değil, halka, halkın asıl sevdiği ve dinlediğine yakın olmanın alçakgönüllülüğü
(ve elbette de zekâsı) ile bir denge kurmayı başarabilmiştir. Ferrari’siyle
arka sokaklarda gezinmeye çekinmemiştir bir bakıma. Elbette herkes “Gül
Yüzlülerin Şevkine Gel”i plaktan dinlerken “adam ne şahane söylemiş yahu”
diyordu ama bırakın “şevk” kelimesini onun gibi telaffuz etmeyi bir yana,
şarkının bir cümlesine başından sonuna eşlik etmeye geldi mi iş, çuvallayıveriyordu.
Oysa “Gitme Sana Muhtacım” öyle miydi ya? Ya da “Akşam Olur Gizli Gizli
Ağlarım”?..
Tabii halka yakın olacağım demek üslubundan caymak da değildi.
Tüm o seslendirdiği arabesk şarkılar, türküler, “hafif” şarkılar ve hatta
aranjmanlar, poplar bile kendi meşrebinceydi, Zeki Müren üslubundaydı. Bu üslup
son döneminde tadından kaybetmeye başlasa da hemen hiç değişmedi. “Dom Dom
Kurşunu”nu söylemiş olsaydı sözgelimi, o kurşunun kaşların arasına değişindeki
zarafete hayran kalabilirdik. “Altın Dişli Heyriye”nin fıldır fıldır yürüyüşündeki
işveyi ancak ve sadece Zeki Müren söylediğinde enine boyuna fark edebildiğimiz
gibi.
Bir şarkıyı, bir müzik türünü, kendi gibi, kendine ait kılarak yeniden
yorumlayabilmenin ders kitabıdır belki de Zeki Müren’in böylesi şarkıları.
Belki bu zekice manevralarında, şarkı, repertuvar seçimi tercihlerinde saklı
başka başka kocaman dersler de vardır bugün müzikle uğraşan herkesin kendine
pay biçebileceği. Hele ki müzik icra edenlerin içlerinde saklı faşizmin nedense
hiçbir vakit eksik olmadığı, “rock”çının popçuyu, klasikçinin arabeskçiyi
ötekileştirdiği bu diyarlarda…
Sözün özü, sinekten yağ çıkarmak pahasına şöyle
bağlayabilirim yazıyı: Ölümünden sonra ve belki bugünlerde de en çok çalınan,
bilinen, tekrar edilen şarkısının bir cümlesi aslında gerçeğin ta kendisi
olabilir. Bir şarkıcının içinde kendi adı da geçen ve kendisini anlatan bir
şarkı söylemesi pek de sık rastlanmayan, patetik bir durum, evet. Ancak bu bir
yana, “Dertli gönüllere giren, işte benim Zeki Müren” cümlesindeki Zeki
Müren’in sahiden de yıllar boyu ve hâlâ dertli gönüllere kanırta kanırta girmediğini
söyleyebilir miyiz? “Dertli gönüllere giren, işte Benim Ajda Pekkan,” olmuyor
mesela. Niye olmuyor? Sadece kafiye uymadığı için mi?
NİSAN 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder