Sıla Meyhanede

Sıla - "Şarkıcı"


Onu ilk tanıdığımızda Mardin’in sarı sıcak topraklarından tütüyordu sesi: “Can perperişan, eşim dostum uyansın!” İsmiyle aynı adı taşıyan dizinin Sezen Aksu tarafından yazılmış jenerik şarkısını söylüyordu. Biz dizinin töresiydi, ağasıydı, kanlısıydı oyalanadururken Sıla (dizideki Sıla değil, dizinin şarkısını söyleyen Sıla) geceleri dizi seyretmek yerine kulüp kulüp gezen tayfayı çok başka bir şarkıyla tavlamıştı bile: “Sözünden dönen namert çıksın, bizde böyle bundan sonra…” Hatta “biiip…üne güvenen şöyle gelsin,” de diyordu şarkının bir yerinde. Şarkı çok tuttu, o günlerde her yerde çalındı ama Sıla’nın asıl cevherinin ağır romantik şarkılarında saklı olduğu ilk albümünü dinledikçe ortaya çıktı.


İyi melodiler buluyor, oyuncaklı sözler yazıyor, pek de dramatik şarkı söylüyordu. Oradan da aldı yürüdü zaten. Çok sayıda “hit” şarkı yazdı, söyledi, albümleri iyi sattı, bir dönem Harbiye Açık Hava konserlerinin en çok iş yapan ismi oldu.

Sonra ne olduysa oldu ve Sıla’nın sallandığı bir dönem başladı. Aslında ne olduğu herkesin malumu. Ahmet Kural’la yaşadığı ilişkiyi nedense gözümüze soktuğu sosyal medya paylaşımları, bütün o “Biz bak ne kadar da âşığız, ne kadar da mutluyuz”ların ardından kavga, şiddet, öfke, suçlama, dava, mahkeme, içinde ne arasanız var bir hikâyenin kahramanı oluverdi Sıla. Derken Hazar Amani’yle pat diye yeni bir aşk hikayesi, yeni paylaşımlar ve ani bir evlilik… En az evlilik kadar ani bir boşanma… Derken yeniden bol gösterişli bir aşk daha…


Aşk da olur, kavga da olur, evlilik de boşanma da yeniden âşık olmak da… Bunlar herkesin hayatından gelip geçebilecek, doğal, insani durumlar. Ve fakat kahramanların her biri ünlü olunca ve her şey bu kadar göz önünde yaşanınca olan biten doğallıktan biraz uzaklaşıyor. Çoğu kere böylesi iniş çıkışlar, gelgitler, değişken duygu durumları şarkı yazanları beslediği kadar yazılan şarkıları dinleyenleri de heyecanlandırır, diri tutar. Ne çare bazen de tersi olur. Tekrara düşürür, inandırıcılığını kaybeder, can sıkar. Sıla böyle bir yere geldiği için söylemiyorum bunu. Sıla’nın aynı dönemde başından bu yana müziğinin neredeyse yarısı olmuş Efe Bahadır’la yollarını ayırması da kolay atlatılır bir sarsıntı değildi çünkü.


2016’da yayımlanan son albümü “Mürekkep”ten sonra 2017’de Mabel Matiz’le ortak yazdığı “Muhbir”, 2019’da üçer şarkılık “Acı” ve “Meşk” kısaçalarları, 2020’de “İnandım” teklisi ve 2021’de Yalın’la “Ver O Zaman Gömleklerimi”, “Rüyanda Görsen İnanma” teklilerini yayımlamış Sıla. Bütün bunların arasında “Muhbir” ve “Karanfil”in öne çıktığı söylenebilir. Koca bir beş yıl için az mı? Az gibi.     


Sıla’nın yeni albümü “Şarkıcı”, geçtiğimiz günlerde Sony Müzik etiketiyle yayımlandı. Sıla tekli şarkıcısı değil bir kere, o kesin. Bir albüm dolusu şarkı verecek ki bize içinden herkes kendi sevdiğini seçecek, bir şarkı bir diğerini tetikleyecek. Sıla’nın Osmanlıca dünyasında, kabadayı ikliminde, yazıyla kışıyla dört mevsimi geçireceğiz, bu arada “eşref saatine” de “eşek saatine” de denk geleceğiz ki hemhâl olalım. Yoksa her hafta çıkan onlarca şarkı arasında bir yerlerde sıkıştırılmış bir esinti tek başına yaprak kımıldatmaya yetmiyor, onu gördük.


Bu nedenle (baştaki şiiri saymazsak) 14 yeni şarkıdan oluşan bir albüm makul ve mantıklı. Peki bu albüm yaprak kımıldatır mı? Onu öngörmek çok zor. Zira artık hiçbir albüm, hiçbir şarkı büyük patlamalar yaparak gündeme düşmüyor. Düşse bile orada ömrü uzun olmuyor. Yani bir “…dan Sonra”, bir “Sevişmeden Uyumayalım”, bir “Acısa da Öldürmez”, “Alain Delon”, “Sâki”, “Zor Sevdiğimden” ve benzerlerinden herhangi birinin yarattığı gibi bir etki bekleyemeyiz artık yeni bir Sıla şarkısından. Müziğin ve müziğin pazarlama, yayılma, dinlenme biçimlerinin değişimiyle ilgili bir şey bu. Tabii Sıla’yla ilgili bir sebebi de var.


Kendi şarkılarını kendi yazan, kendi söyleyenlerin sıkıştığı bir yer eninde sonunda oluyor. Kayahan’ından İlhan İrem’ine, Özdemir Erdoğan’ından Yaşar’ına, Mirkelam’ına, Candan Erçetin’inine kadar sayısız örnek verilebilir. Kimi kendini tekrar etmeye başlıyor, kiminin şarkı yazmaya sebep güdüleri törpüleniyor zaman ve yaş ilerledikçe, kimi heyecanını kaybediyor. Bir de şu var ki, bunların hiçbiri olmasa, yine en az en parlak dönemindeki kadar etkili şarkılar yazsa da o arada dinleyici değişmiş oluyor. Sadık dinleyici fazla eski, yeni dinleyici fazla yeni kalıyor.


Bunun üstesinden gelmeyi en iyi Sezen Aksu başardı. Çünkü başından beri hiçbir zaman sadece kendi şarkılarını söyleme hatasına düşmedi. Başka bestecilerden, söz yazarlarından, yeni yeni aranjörlerden, genç müzisyenlerden sürekli beslendi. Bestelerini ise eski ve yeni farklı kuşaklardan, farklı türlerden şarkıcılara vererek şarkı yazarlığını taze tuttu, sürekli güncelledi. Böyle şeyler yazdığım, söylediğim zaman kimilerine Sezen güzellemesi gibi geliyor ama işin gerçeği bu.


Sıla’nın başından beri kendine ait bir dünyası var. Bu albüm de yine o tam tamına o dünyadan ses veriyor. Ne eksik ne fazla. Bir şarkıda diskoya gitse, öbür şarkıda tango yapsa, bir diğerinde Akdeniz’in tuzlu sularına ayaklarını soksa da fazla da uzaklaşmadan yine o bildik, tanıdık meyhanesine geri dönüyor, masasına çöküyor, rakısını yudumlayıp sigarasını tellendirmeye devam ediyor. Tıpkı önceki albümlerinde yaptığı gibi.


“Ben Sıla… Şarkıcı…” diyerek karşılıyor Sıla bizi albümün açılışında. Bir nevi “önce özetler” veriyor. Her ne kadar şarkıcılığını vurgular gibi yapsa da aslında dinleyeceğimiz şarkıları niye yazdığını, nasıl yazdığını anlatıyor. Bundan mı bilinmez, albüm çıkmadan bir hafta önce bu şiir servis edildi tekli olarak. Sıla’dan hevesle yeni bir şarkı bekleyenler şöyle bir kalakaldılar dinleyince.

Asıl görkemli açılışı ise şiirin (ya da sayıklamanın) peşi sıra gelen “Kalksın Uyuyanlar” yapıyor. Tertemiz, mis gibi bir Sıla şarkısı. Bu şarkı bundan yedi-sekiz sene önce bir Sıla albümünde yer alsaydı, dakika bir gol bir parlardı ama yukarıda bahsettiğim sebep nedeniyle şimdi ne kadar ses getirir bilemiyorum.


İlk klip şarkısı olarak seçilen “Velhasıl” bence doğru bir seçim olmamış. İlla hareketli bir şarkıyla çıkılacaksa yola, “Başgan” çok daha iyi olurmuş. Zira “Başgan” diliyle, ritmiyle, düzenlemesiyle çok daha genç ve akılda kalıcı bir şarkı. “Velhasıl” ise bırakın aklıda kalıcılığı, peşinden takılıp gidecek bir nakarattan bile yoksun. Sıla ve Umut Yaşar Sarıkaya’nın birlikte yazdığı şarkıdaki kelime cambazlığına diyecek yok. Her dönem günceli yakalamayı bilmiş sayılı aranjörden biri olan Gürsel Çelik’in kıvrak düzenlemesine de eyvallah. Ama şarkı bunlara rağmen iz bırakan türden değil.


Yine aynı üçlünün elinden çıkan “Sek”, Sıla’yı meyhanede sevenleri memnun edecektir muhakkak. Hemen ardından “Başgan”la eller havaya bir kulübe girip çıksak da çıkışta bizi “Ansızın”ın bilek kestiren ıstırabı bekliyor nasılsa. Şarkının bestesi Cem Adrian’a aitmiş, sözleri Sıla ve Cem Adrian’a. Düzenlemede ise hem Burak Erkul’un, hem Gürsel Çelik’in imzası var. Şarkının A kısımları bir Sezen Aksu bestesi olan “Tutunamadım”ın epey yakınlarından geçiyor. Aslında şarkı, sözüyle müziğiyle baştan aşağı Sezen Aksu şarkılarının çok yakınından geçiyor. Ama albümde söz ve müziği Sezen Aksu’ya ait asıl şarkı biraz sonra gelecek. Ondan önceyse “Arz” var.


Sıla bu: Arz da eder, ilhak da eder, intikal de eder, binaenaleyh feraset de gösterir. Yeter ki Osmanlıcamız eksik kalmasın. Sıla’nın şarkılarında (bu şarkıda yaptığı gibi) kelimelerle zıpzıp topu gibi oynamasını seviyorum, o ayrı. “Arz” çok tipik, çok tanıdık bir Sıla şarkısı, o da ayrı.

Ve “Sen Ağla” isimli Sezen şarkısı da meyhanenin tam orta yerinde çınlatıyor Sıla’nın sesini. “Gülmedi bahtım gülmedi gitti”yle alaturkaya, “Koy bacım bir Müslüm Baba”yla arabeske selam çakarak üstelik. Bir şarkıda “bacım” kelimesini ya Seda Sayan ya da Sıla söylese yadırgamazdık ancak. Sezen nasıl biliyor işini.


“E biraz da Akdeniz havası almayalım mı?” derseniz, albümün en doğru yerindesiniz. Ardı ardına iki sıcak şarkı, “Yemyeşil” ve “Suskun”la o açığımızı da kapatıyoruz. ‘70’li yıllarda Erkin Koray-Orhan Gencebay iş birliğinin elinden çıkmış gibi duran “Metelik”le yine meyhaneye düşüyoruz sonra. Sözlerini Sıla’nın yazdığı, bestesini Sibel Gürsoy ve Cudi Genç’in, düzenlemesini Gürsel Çelik’in yaptığı “Öpücük ve Kurabiye”, albümün bütünü içinde en aykırı duran şarkı. Hem sözleri, hem müziği ve düzenlemesi hem de Sıla’nın şarkı söyleme biçimiyle gencecik, tazecik bir şarkı.


Kerem Türkaydın’ın bestesi, Sıla’nın sözleriyle “Mektup”, bir önceki şarkıyı söyleyen genç kızı kolundan tutup yine meyhaneye sokuyor, “Sen ‘ağır abla’sın, kendine gel!” deyip şamarı patlatıveriyor. Peşi sıra bir tango gelecek gerçi. Hem de bestesinde Sıla’nın yanında Efe Bahadır ismini de göreceğiz. “Altango”nun sözleri çok güzel güzel olmasına da tangonun kısır melodik ve ritmik yapısı belli zaten, sınırlarını ne kadar zorlayabilirsin ki?


Albüm Ege esintili, şiirli, kısacık, hoş bir parçayla,” Yolcudur Abbas”la kapanıyor. Bütünün içinde en sevdiklerimden biri oldu bu “şarkı” denemeyecek kadar kısa sürede başlayıp biten kapanış cümlesi. Bestesi de Gürsel Çelik’e aitmiş bu arada.

Yeni bir şey vaat etmiyor, farklı öneriler sunmuyor, yeni kuşak dinleyiciye ise hemen hiç pas vermiyor ama Sıla müziğini sevenleri, kemik kitlesini üzmeyecek bir albüm “Şarkıcı”. Gazinolar, ‘60’lı yılların nezih pavyonları, gece kulüpleri, diskotekler, ‘90’lı yılların gece ikiden sonra müzik yapılan barları filan hep birer birer tarihe tartıştı zaman içerisinde. Ve fakat meyhaneler hep vardı, hâlâ var. Sıla’nın konfor alanı, hatta garantisi de meyhanelerse demek, pek oralardan çıkası yok. En azından bu albüm onu gösteriyor. Satan memnun, o belli. Alanı bilemem, onu zaman gösterecek.

Yavuz Hakan Tok

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder