Ne Kadarı Fatih, Ne Kadarı Mabel?

MABEL MATİZ - "FATİH" 


“Yahu bu ne? Bu zamanda 25 şarkılık albüm mü olur? Kim dinleyecek bunu?”

“Şarkıların hepsi birbirine benziyor.”

“Çok sıkıcı. Dinlerken yoruldum!”

Popüler kültürde her şey o kadar satışa, ticarete, paraya endeksli ki, bir dönem ne moda edilirse onu kendi beğenimiz, zevkimiz zannediyoruz. Öyle yönlendiriliyoruz. Bize dayatılanların arasından kendi zevkimizi, beğenimizi çekip çıkarmamıza neredeyse izin vermiyor sistem. Şimdi bunu beğenin, sonra şunu beğeneceksiniz diye dikte ediyor. Biz de güzelce oltaya takılıyoruz.

Ezhel çok iyi abi yaaa. Hooop geçtik, şimdi Ben Fero çok iyi yaaa. Zeynep Bastık diye bir kız var, dinledin mi hiç, çok şahane… Hadi toplaşın, şimdi akustik çok moda. Aaaa o da mı geçti, hadi o zaman hücum afro-beat’e. Sefo çok şahane değil mi yaa? Aaa arabesk mi moda oldu? Koşun koşun Bilal Sonses diye biri çıkmış şimdi herkes ondan şarkı alıyormuş. Hoop oradan geçelim hemen Semicenk’e…


Hadi siz siz olun da kalıcı olun, klasik olun bakalım bu vahşi ormanın içinde. Olamıyorsunuz değil mi? Niye, hiç düşündünüz mü? Çünkü yarattığınız rüzgârın geçici olduğunu, o rüzgârın bir yerde durulacağını, yeni rüzgârlar yaratmak içinse değişim, gelişim gerektiğini, değişim ve gelişiminse ancak kurulu düzenin dışında nefes alabileceğini öğrenemediniz. Sizden önce yapılanlarla hiç ilgilenmediğimiz, dünyanın sizinle dönmeye başladığını zannettiğiniz için de şöyle bir geriye dönüp, bakıp, örnek almadınız, ders çıkarmadınız olan bitenden. Kim gitti, kim kaldı? Kalan niye kaldı, giden niye gitti merak etmediniz. Herkes kendi tecrübesini yaşar bu hayatta. Tarih yazılır, okuyan olsa öğreneceği ilk şey tarihin döne döne tekerrür ettiği gerçeğidir ama genellikle kimse okumaz. Tekerrürün bir parçası olunur, misyon tamamlanır, bina ekonomik ömrünü doldurur, genç yaşta emekli olunur.


Mabel’in 25 şarkılık, ultra uzun, mega uzun, hayatın doğal akışına aykırı uzun yeni albümünün haberini ilk duyduğumda bir çırpıda bunları düşündüm. Serbest çağrışımlar vadisiydi beynimin içi, yapay zekâ bir zahmet bir fırın ekmek yesin de gelsindi. Uzun olan sadece albümün total süresi değildi, şarkıları da uzundu. “İntro”ları vardı şarkıların, ara nağmeleri, enstrüman soloları vardı. Affedersiniz de sene kaçtı? 89? 98?

Bu açık kafa tutuşu, zamanın ruhuna dil çıkarışı, düzenin kuralına kaidesine nanik yapışı görmemek için kör olmak lazımdı. Kör olsaydım “Bu zamanda bu kadar uzun albüm mü olur? İnsanların odaklanma ve odakta kalma süreleri düştü yaaaannni, ona ayak uydurmak lazım,” derdim. Kör değildim. Gördüm (ya da duydum). Mabel basbayağı burnunun dikine gitmişti. Bir kuyuya taş atmıştı. 39 kişi daha bulsam, o taşı çıkarabilir miydik?


Neyse… Konuyu dağıtmayayım, sonra “yazılarında müzik dışında her şeyi yazıyor”, diyorlar. Sanki müzik dünyadan, hayattan, yaşamdan ayrı tutulabilirmiş gibi. Şarkıları diyeziyle bemolüyle, nota nota incelesem okumalara doyamayacaklarmış gibi. Popüler müzik eleştirisinin popüler kültürden ve gündelik hayattan beslendiğini, eleştirinin de bir edebiyat olduğunu hiç duymamışlar, dünyadaki benzer örnekleri hiç okumamışlar gibi. Kaleme tedbir komaya kalkana ne denir? Yallah tazyik!


Mabel’in yeni albümünün adı Fatih. E malum, zaten Mabel’in adı da aslında Fatih. Mahlasla gerçek isim, anadan doğanla sonradan olan, yaratanla yaratılan günlerden bir gün buluşur da oturup konuşursa, ne konuşur, neden bahsederler? Birbirlerinin dostu mudurlar yoksa düşmanı mı? Çok mu iyi tanırlar birbirlerini yoksa aslında birer yabancı mıdırlar? Hepimiz mahlaslarla yaşamıyor muyuz aslında? Bir gün “bey” oluyoruz, bir gün “abi”. Biri “anne” diyor öteki “hala”. İsmimizin önüne ya da arkasına getirilen her bir hitap kelimesi bir başka mahlas, bir başka kimlik olmasa, her bir hitaba cevap verirken ses tonumuz, duruşumuz, bakışımız, kullandığımız kelimeler değişir miydi? Şimdi tanıdığımızın ne kadarı Fatih, ne kadarı Mabel, onu biz nereden bilelim?


“Kolladım aklı, kolay değil,” diyor daha ilk şarkıda, “Aşkım Gülüm”de Mabel. Hayat oradan buradan öyle bir tepeler ki bazen, hakikaten kolay olmaz aklı korumak, kollamak. Bir kara ormanın içinden geçerek öğrenir ancak insan korkmamayı. O kara ormanın aslında kendi içi olduğunu fark ettiği gün büyür. Mabel büyümüş. Sesi de büyümüş, sözü de. Albüme böyle bir şarkıyla başlamak bunun göstergesi değil de nedir? Bir yerden sonra bolero ritminde ilerleyen “Aşkım Gülüm”, ihtişamlı bir albüm açılış şarkısından öte, bizi bekleyen 24 şarkının da senfonik bir özeti. Bolerosundan mıdır nedir “Işık Doğudan Yükselir” in harlı ateşi çarpıyor yüzüme dinlerken. Yakıcı ve bir o kadar da rakımı yüksek. Zaten albüm boyunca dönüp dönüp minik bir serçenin kanatlarına konacağız, el mahkûm. “Aşkım Gülüm” bunun ilk habercisi ve zaten Mabel’in Sezen’e ithafen yazdığını söylediği bir şarkı.

“Aşkım Gülüm” aynı zamanda albümdeki “featuring”lerin de ilki. Mabel, söz ve müziği kendisine ait bu şarkıda Lübnanlı müzik prodüktörü Zeid Hamdan’la birlikte çalışmış. Bildiğim bir isim değildi, açtım, dinledim yaptığı işleri ve Mabel’in şarkı-prodüktör eşleştirmesine o dakika saygı duydum, ceketimin önünü ilikledim. Size bir şey diyeyim mi? Diğer 24 şarkıyı bilmem ama daha ilk dinleyişte bu şarkıyı hepsinden ayrı bir yere koydum gitti. Sıkıysa bir başka şarkı gelsin de yerinden oynatsın şimdi bakalım.


Bu defa Suriyeli bir müzisyenin, Hello Psychaleppo’nun (gerçek adıyla Samer “Zimo” Saem Eldahr’ın) prodüktörlüğünü yaptığı bir şarkı var sırada: “Uçkun”. Albümden önce tekli olarak yayımlanmış şarkılardan biri bu. Bana sorsalar “Aşkım Gülüm”le kan revan doğranmışken içinde “rap” bölümler olan bir şarkıyla, ateşten fırlayan ve etrafa saçılan kıvılcımlarla (“uçkun”un kelime anlamı bu çünkü) şoklanmak istemezdim ama Mabel öyle uygun görmüş, ikinci sıraya koymuş “Uçkun”u. Şarkının nakaratında Mabel’in “Ben küçükken çok Barış Manço dinlerdim,” dediğini duyar gibi oluyorsunuz ve fakat “aşkımdan sana ne” gibi suya sabuna dokunan cümleler de var ki onlar pek de Manço’nun kalemi değil.


Oradan albümün en hoppa, en fingirdek ve en tekerlemeli şarkısına geçiyoruz: “Numaracı”. Mabel şarkının bestesine Murad Güner’le ortak imza atarken düzenlemesini de Emre Malikler’le birlikte yapmış. Herkes seksenler, doksanlar müziğini över, sever ve dinlerken pek kimse de çıkıp demiyor ki “E o zaman ben de oturup öyle bir şarkı yapayım.” Diyenler de yapamıyor zaten, olmuyor. “Sound”u taklit edebilirsiniz ama ruhu asla. Albümün birçok şarkısında da hissedeceğimiz bir biçimde Mabel yer yer hem o “sound”u hem de o ruhu yakalamış, o kadar ki bazen de yakalayacağım diye zorlamış.

Misal, sıradaki iki şarkı Kayahan-Nilüfer, Sezen Aksu-Onno Tunç iş birliklerinin arşa çıktığı, kılıçların çekildiği, mermilerin namluya verildiği günlerden, ’80 sonları ’90 başlarından çıkıp gelmiş gibi. “Adresim aynı,” diyordu Kayahan ve peşi sıra bizzat konum da atıyordu ya hani, “Kara Dantel Sokağı’nda ben,” diyerek… Gençliğimiz oralarda bir yerlerde, yaşayamadığımız kadar tutkulu aşkların dilimize vurmuş ezberleriyle geçiyordu. Mabel “Kara Dantelli Gençliğimiz” derken tam olarak bunu kastetmemiş olabilir ama gelip oradan vuruyor bu şarkı beni dinlerken. Kayahan sağ olsa sözleri böyle yazmazdı belki ama aynen böyle bestelerdi bu şarkıyı. Tabii muhakkak daha sert, daha köşeli bir düzenlemeyi tercih ederdi. Sanki Kayahan bestelemiş de Onno Tunç düzenlemiş, sene de olsa olsa 1988’miş diyelim o vakit.   


Albümün neredeyse tümünde, bir dönem kulağımıza çok havalı modern, sonrasında çok “kitsch” ve sert gelen o elektronik davul tınıları birebir taklit edilmiş. Bu nedenle de en çok Sezen Aksu’nun “Git” ve “88” albümlerini anımsatıyor “sound”. (Türkiye’de elektronik davulun öncüsü ve ağa babası albüm “Ajda Pekkan & Beş Yıl Önce On Yıl Sonra”dır bu arada.) Özellikle “Müphem”, sadece “sound” olarak değil, melodik olarak da “Unut”u epeyce hatırlatıyor. Eski bir iddiaydı bende, hep derdim. Eskinin her bir şarkısından bugün üç dört şarkı çıkarmak mümkün. A’sından ayrı, B’sinden ayrı, C’sinden ayrı, hatta “intro”sundan, ara nağmesinden ayrı. Çünkü şarkılarda öyle bir melodi zenginliği, bestecilik yeterliliği de olan aranjör bonkörlüğü vardı eskiden. Faraziyem gerçek olmuş, “Unut”un “intro”sundan “Müphem”in nakaratı çıkmış gibi. Belki “sound” bu kadar benzer olmasa bu yakınlık dikkatimizi çekmeyebilirdi ama ister istemez çekiyor.

Buna karşın bu satırları yazdığım günlerde yeni klip çekilen “Müphem”, daha albümün yeni çıktığı günlerden bu yana 25 şarkı içinde önde gitmeye devam ediyordu. Bunu yarattığı aşinalık duygusundan öte, Mabel’de hep çok sahici duran derin ve karanlık hüzne borçlu olsa gerek.


“Kara Dantelli Gençliğimize”nin prodüktörlüğünü Sabi Saltıel, “Müphem”inkini ise Emre Malikler üstlenmiş, onu da ekleyeyim. Peşi sıra gelen “Derin Olur” ise yine söz-müzik Mabel imzalı bir şarkı ama prodüktörlüğü bu defa Tolga Akdoğan’a emanet edilmiş. Desenlerinin rengini Anadolu popun sıcak sarısıyla kırmızıya çalan turuncusundan almış saykodelik gömlekli bir şarkı “Derin Olur”. Mabel’in başından beri yakınında durduğu temalardı bunlar belki ama hiç bu kadar ne yapmak istediğinden emin olarak yerini bulmamıştı müziğinde. Bir zaman klipinde, sahnesinde boylu boyunca serilmiş, asılmış ya da giyilmiş kilimler buraya varan yolun üstündeydi belki de, kim bilir.  


Yine Mabel’in söz ve müziğini yazdığı “Düldül”ü İsrail’den bir prodüktör, Ari Rotem şekillendirirken Melike Şahin de sesiyle katkıda bulunmuş şarkıya. Neredeyse bu albümle eşzamanlı olarak Melike Şahin, yine Mabel’e ait ama bu defa solo seslendirdiği bir şarkıyla, “Diva Yorgun”la epeyce sükse yaptı, malum. O da epeyce “cathchy” bir şarkıydı ki sözlerinin tüm çetrefilliğine, zor akılda kalırlığına rağmen “Düldül” de öyle.


Prodüktörlüğünü Umut Çetin’in yaptığı “Bir Serçe Üzülür” Egeli bir şarkı. Yıldızlı bir gecede, gündüzün sıcağından yorgun, nemli kumlara ser serpe yayılarak çalınan, söylenen, dalga seslerine, odun çıtırtılarına karışan ateş başı şarkıları vardır ya hani (hâlâ var mı acaba, “vardı” mı demeliydim yoksa?). Her şarkı giremez o repertuara. Bu şarkı girer. Hatta 1989 yılında yapılmış olsaydı, Gülşah’ın Kuşadası’ndaki arkadaşları (BKNZ: Gülşah Soydan “Arkadaş” filmi) kesin bu şarkıyı da çalar, söylerlerdi yani, o derece.


Prodüktörlüğünü Mabel’in İsrailli müzisyen Adi Rotem’le birlikte üstlendiği “Çiçeğim”, Mabel’in müziğini synth-pop sularında gezdirirken bugün synth-pop denilen şeyin aslında ‘80’lerin koca bir bölümünü kaplayan o “sound”dan çok da farklı olmadığını bir kez daha hatırlatıyor o dönemi yaşayanlara. Kaç kişiyiz ki hatırlayan zaten? İşte bi’ Gülşah, bi’ onun Kuşadası’ndaki arkadaşları, bi’de ben. (O günlerde beni niyeyse derinden etkilemiş bu “cringe” video filminden nihayet bahsedebilecek bir yer bulmuşum uzun yıllar sonra, bırakın kanırtayım. Ayrıca serbest çağrışımlarım durup durup ‘80’lere, ‘90’lara uğruyorsa bunun müsebbibi ben değil, “Fatih”tir.)


Bakın mesela yine dinleyeni ‘90’lar batağına, hem de bu defa tam göbeğinden düşürecek bir şarkı var sırada. ‘90’lar batağının göbeği ne demek? Tabii ki Aşkın Nur Yengi demek. Aşkın şayet o genç yaşlarında “Ayrılmam” diye, “Susma” diye, “Hesap Ver” diye, “Allah Şahit” diye dağlayıp durmasaydı ciğerlerimizi, boynunu kıra kıra oryantal yapmasaydı ay inanmayarak ve dahi safaride dağ bayır dolaşırken yabanisini çağırmasaydı yanına, ‘90’lar ‘90’lar olabilir miydi? Biz şimdiki biz olabilir miydik? Ya Fatih, Mabel olabilir miydi? Olmasın mı bir gönül borcu? Ödenmesin mi bu albümde?

Çocuk yaşlarında hayran olduğun biriyle bir gün ortak iş yapmak, adının onunla aynı cümlede geçmesi, sesinin onunla birlikte tınlaması ya da kaleminden çıkanın onun sesinde can bulması ne değerli, ne eşsiz bir hayat deneyimidir, bilirim. Mabel bu şarkıyı Aşkın’la birlikte söyleyerek iki zafer birden kazanmış. Hem çocuk Fatih’e bir hediye vermiş hem de uzun yıllardır kolay kolay hiçbir şarkıyı beğenmeyen ya da beğendiği şarkılar dinleyiciye değmeyen Aşkın Nur Yengi’yi ikna ederek stüdyoya sokmuş. Ha Aşkın şarkıyı sahiden beğenerek mi yoksa Mabel’in hatırına mı okudu orasını bilmiyorum. Biz aldık, kabul ettik. Kendi adıma albümün “gözyaşlarım pıt” dedirten sürprizi oldu bu şarkı. Şarkının sözlerinde Mabel’le birlikte Murad Güner’in de imzası var, prodüktörlüğü ise Sabi Saltiel yapmış, onu da ilave edeyim.   


Klibi üzerinden giydirilen hüküm yüzünden şahaneliğinin üzerinde yeterince durulmamış “Karakol”u daha ilk dinlediğimde Mabel’in başından bu yana yazdığı en derin şarkılardan biri olduğunu düşünmüştüm. Mabel’in Özgür Akgül’le birlikte prodüktörlüğünü yaptığı şarkı albümden tam bir yıl önce tekli olarak yayınlanmış ama şarkıdan çok klibin yasaklanma haberi konuşulmuştu. Klip yayınlayan televizyon kanalının neredeyse hiç kalmadığı, sair kanalların da zaten klip yayınlamadığı bir zamanda bir klibin yasaklandığı haberi niye servis edilir, bu aslında bir gözdağından başka nedir diye sormadı kimse. Tesadüf bu ya, şarkıda da “Kalbim karakolda,” diyordu Mabel.


“Karakol”un hemen ardından gelen ve prodüktörlüğünü Mabel ve Emin İnal’ın yaptığı “Bahçemin En Zor Gülü” kalbi karakolda o genç adamın kaleminden çıkmış bir aşk ağıtı. Şarkının başındaki ud solosu daha ilk dakikalarında dinleyeni koyu bir hüznün kapısına getirip bırakıyor zaten. Sonra “Arıyordum gözlerinde ben yolumu” cümlesiyle kapı kendiliğinden açılıyor ve Mabel’in en saf haline, şarkı olsun diye değil, dinlensin diye de değil, sadece içinden dökülsün diye yazdıklarına kulak misafiri oluyorsunuz. Mabel’in şarkının bitmiş halini ilk dinlediği dakikalarda çekilmiş görüntüsü şarkının klibi olarak yayınlandı. Ağlıyordu ve acıyordu. Hayır acı çekmek değil, orasının, burasının, yüreğinin, kalbinin filan acıması değil… Büsbütün, tepeden tırnağa acımaktı bu.

Şarkılardan duygu devşirenlerdenseniz, ya yaşadığınız bir şeyleri anlattığı için dokunur size dinledikleriniz ya da yaşamamış olsanız da şarkıdaki yaşanmışlığı hissettiğiniz için. “Beni Benimle Bırak”ı dinleyip gözyaşı dökerken sadece sekiz yaşındaydım örneğin ben. Ne yaşamış olabilirdim ki? Hadi o kadar dramatize etmeyeyim de başka bir örnek vereyim: Hayatta kaç kişinin selam söyleyecek “bütün aşkları” olmuştur ki o şarkı hâlâ her çalındığı, söylendiği yerde bir ağızdan olmayan aşklara selam söyleme iştahı uyandırır insanlarda? Ama Aysel’in olmuştur. Sezen’in de. Şüphesiz o yaşanmışlıklardır şarkıyı insanların içinden, damarlarından geçiren, diline düşüren. Mabel’in şarkılarından da duygu devşirebiliyoruz. Klipte ağladığını görmemiş olsak da devşirirdik, orası kesin.


Daha önce tekli olarak yayınlanan “Aferin”de Bahti ve EEI Beats şarkının hem müziğine hem de prodüksiyonuna Mabel’le ortak imza atmış. Çok katmanlı sözleri, nefis melodisiyle beni daha ilk dinlediğimde çarpan bir şarkı olmuştu “Aferin”. “Gençliğimi bir acı yelin muştası vurdu,” derken Mabel ne kastetti bilemem ama ben sanki tam o tabiri karşılayacak birini tanıyorum. Gençliğimizi, neşemizi, eğlencemizi çalan, hayatlarımıza kendi kalbinin karasını çalan… Neyse…

Söz ve müziğini Kalben’in yazdığı, prodüktörlüğünü Sabi Saltiel’in yaptığı “Aşk Çeşmesi” var sırada. Şarkıda Kalben sesiyle de var. Aynı dönemin bu iki nevi şahsına münhasır şarkı yazarı ve şarkıcısının ortaklığına Erkin Koray müziğinin yıldız tozları serpilmiş gibi. Oryantal, kıvrak bir şarkı “Aşk Çeşmesi”. Tek başına yayımlanmış olsa oracıkta hit olurdu zira çok kolay dile düşebilirliği, ritim tutulabilirliği var. Zaman içerisinde albümün bütününden sıyrılıp öne ya çıkar ya da çıkamaz ona emin değilim ama ben iki birbirinden farklı rengin yarattığı ve her ikisinden de izler taşıyan bu yeni, alaca rengi pek sevdim, onu söyleyebilirim.


Prodüktörlüğünü Sabi Saltiel’in yaptığı “Cicim Sarhoş”, çok akılda kalıcı, ıslıkla çalmaya çok müsait “intro” melodisiyle  albümün iddiasız görünen ama kancalı şarkılarından biri. Şarkıyı alın, yapay zekayla Barış Manço’ya söyletin, sonra da koyun “Disko Manço” albümüne, asla sırıtmaz. Yıllar önce Babajim Stüdyolarında röportaj yaptığımız Mabel bana şöyle bir şey anlatmıştı: “Burası biraz klostrofobik bir yer. Bana ilk gösterdiklerinde ‘Ben burada şarkı söyleyemem,’ dedim. Ama teknik ekipman çok iyi filan diyerek beni sakinleştirdiler. ‘Sana burada istediğin gibi bir dünya yaratırız,’ dediler fakat tabii kimse dünya filan yaratmadı. Ben de şarkıları kaydetmeye başladığımızda önümdeki duvara sevdiğim, ilham aldığım birilerinin fotoğraflarını yapıştırmaya başladım. İlk gün Zeki Müren fotoğrafı vardı, sonra Fikret Kızılok, Aysel Gürel, en son da Barış Manço’yu koydum.”

Sahiden de o gün bir Barış Manço fotoğrafı asılıydı stüdyonun duvarında. Gelin görün ki sadece bir öykünme, ilham alma hikâyesi değil bu. Her birinden biraz ruh üflenmiş sanki Mabel’in şarkılarına.


Sırada yine daha önce tekli olarak yayımlanan “Fan” var. Hani yazının bir yerlerinde Mabel’in bu albümde bir dönemin ruhunu yakalamayı başarmış ve hatta bazen zorlamış diye noktaladığım bir hüküm vardı ya. İşte bu şarkının birebir “Sezen Aksu ‘88”den “Sarışın”ın ritim kompozisyonuyla başlaması o “zorlamış” dediğim yere denk geliyor. O birebirliği ilk dinlediğimde de pek sevmemiştim ben. Zira şarkı zaten başka bir yere evrilerek ilerliyor ve ne sözü, ne müziği, ne hikâyesi, ne de melodik yapısı “Sarışın”a bir selam gönderme maksadı taşımıyor. Haliyle de o kısım bir yama gibi duruyor. Şarkıda geçen “bu kadar nefretin aşktır” cümlesine çok katılıyorum, o ayrı. Bu arada “Fan”ın aslında Hande Yener için yapıldığını da not düşeyim.


Yine melodisi çok güçlü, kıvrak bir şarkı, “Çerez” geliyor peşi sıra. Şarkının prodüktörlüğünü yapan Can Güngör, bestesine de Mabel’le ortak imza atmış. Bu şarkıda Bengü Beker’in de sesini duyuyoruz. Yıllardır sahnede olmasına karşın henüz hiç şarkı yayınlamamış Bengü Peker, bir şarkı almak için Mabel’e ulaşmak istemiş ve ulaştığında hikâye çok başka bir yere gitmiş. Biz Bengü Beker’in sesini ilk kez bu şarkıda duyduk ama hemen peşi sıra ilk solo şarkısı “Yağmur Olsam” yayımlandı ve o da Mabel Matiz’e ait bir şarkıydı. Şimdilerde Mabel şarkılarıyla dolu bir albüm hazırlığında Bengü Peker. Şimdilik yayımlanan şarkılarından zaten anlaşıldığı üzere de gayet yerli yerinde şarkı söyleyen, iyi bir şarkıcı kazanmış durumdayız. Muhtemelen albümü çıktığında bunu net hissedeceğiz.


Yıllarca radyo programlarında Ayla Algan’ın “Koca Öküz” şarkısını “dünyada bir öküze yazılmış tek şarkı olabilir”, diye anons etmiştim. Yani tabii Hindistan’da filan illaki yazılmıştır, benimkisi mesnetsiz bir iddiaydı ama Türkiye’de sahiden tekti. Mabel’in “Öküz”ü ise bir öküzü değil, gönlünün kağnısında bir öküz ağlayan bir âşığı, bir dervişi, belki de bir evliyayı anlatıyor. Ya da çiçeklerini yolarak baharını engellemeye çalışanlara “has…tirin oradan” diyen, yaşadığımız ülkede zorla, yaşaya yaşaya edindiği hayat bilgisiyle ister istemez ermiş herhangi birini. Şarkının prodüktörlüğünü yapan ve bestesine de katkıda bulunan Tomer Katz, İsrailli bir müzisyenmiş. Mabel bu farklı ülkelerden farklı müzisyenleri nasıl buldu buluşturdu da hangi şarkıda kiminle çalışacağına nasıl karar verdi bilmiyorum ama öyle böyle doğru yapmış ki o şarkıların her biri hem Mabel’in ikliminde soluk alıyor hem de o iklimi zenginleştiriyor.


“Enderûn’da Aşk” albümün en ayrıksı duran şarkısı. Bir ilahi etkisi yaratan vokallere son derece bugüne ait “beat”ler eşlik ediyor, sözler tasavvufi bir yerlere kayıyor gibiyken “Ver mehteri” diyerek günün diline vurup kaçıyor. Bir parça Osmanlı torunu gibi görünse de, aslında o nasıl taşıyacağımızı bir türlü bilemediğimiz mirasın kilitli sandıklarını açmaya yelteniyor. Hem müzikal açıdan hem de fikir açısından çok enteresan bir şarkı. Mabel bu şarkıda da prodüktör olarak Artz’la çalışmış ki Artz’ı Ezhel’ciler iyi bilirler, malum.  

Prodüktörlüğünü Sabi Saltiel’in yaptığı ve Mabel’e bu defa Kardelen’in eşlik ettiği “Severim”, dinleyeni hop diye Enderûn’dan çıkarıp bugüne getiriyor. Hem bir dans şarkısı hem aşka, aşkta tabulara dair sloganlar atan bir şarkı. Bir süredir hayatımızdan çıkan şarkı “intro”larını Mabel bu albümde ısrarcı bir biçimde geri çağırıyor ya, bu şarkının “intro”su da daha ilk saniyelerde dinleyeni içine alan türden. Belki de mesele “intro”nun olması ya da olmaması değildir; “intro”nun boş beleş olmaması, şarkıya hizmet etmesidir.


Prodüktörlüğünü Taner Yücel’in yaptığı “Mor Perdeler” var sırada. Yine bir dönemin elektronik davul “sound”unu dibine kadar duyuran ama bu defa daha ’90 başlarına yakın duran bir şarkı. Söz ve beste anlamında Mabel’in ilk dönemlerini anımsatan şarkı, Nazan Öncel’in “Bir Hadise Var” albümünden çıkıp gelmiş duygusu uyandırdı bende.

“Öfkeliyim şu hakkıma girene,” cümlesiyle başlayan “Elbette Annem”, “Ölmedim lan, na burdayım, eğilmedim, yıkılmadım,” diye devam ediyor. Hem “aşarız elbette annem” diyerek karamsarlığa düşenin sırtını okşuyor hem de “uyanırsak yaşarız” diyerek uyanmaya, harekete çağırıyor. Bir direniş şarkısı. Neye mi? Üstünüze nereden basılıyorsa ona, onlara. Özellikle Mabel’in kuşağının yıllardır tam da bu şarkıdaki ruh hallerinde gezindikleri bir gerçek. Bizim kuşak ve bizden önceki kuşak daha ziyade “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”lara filan yaslamıştı sırtını. Oluyormuş meğerse, onu gördük. Mabel daha gerçekçi ve net bir yerden, büyük büyük laflar etmeden anlatıyor bu şarkıda ortak bir derdi. Bu şarkının prodüksiyonu ise Alaca ve EEI Beats tarafından yapılmış.


Prodüksiyonu Mert Demir tarafından yapılan “Dalga”, hoş bir pop şarkısı. Her şarkıyı birileriyle ilişkilendirmemden sıkılmış olabilirsiniz ama bende Mustafa Sandal şarkıları tadı bıraktı bu şarkı, niye saklayayım.

Şimdi albüm sona doğru yaklaştı ya, doğal olarak bu uzun maratonun sonlarında nefesi kesilmeye başlayan bir koşucuyla karşılaşsanız şaşırmazsınız ama işte hiç de öyle olmuyor. Zira son iki şarkı da vurup geçecek. “Yeni Yaz” ki (ben onu “Köprü” diye aratıyorum ne zaman dinlemek istesem, öyle taktım niyeyse) beni albümde en çok etkileyen şarkılardan biri oldu. Çağlar Haznedaroğlu’nun prodüktörlüğünü yaptığı “Yeni Yaz”, albümün hemen başına, “Aşkım Gülüm”den sonraya konulsaymış eminim çok daha direkt bir etki yaratırmış. Hem melodik yapı, hem “sound” hem de sözleri o şarkının dinleyende yarattığı duygu durumunu büyütebilirmiş.


Albümün son şarkısı “Veda Ettim”, Fatih’in de son sözleri gibi. İçinden geçilmiş, geçerken diz kanatılmış, dirsek çürütülmüş bir geçmişe veda şarkısı. “Vedalar sizi korkutmasın. Yeniden başlamak için önce bir hoşça kal gereklidir,” demişler ya hani, işte o hesap. Brek’in prodüktörlüğünü yaptığı bu şarkının Mabel’in tek bir gitar eşliğinde söylediği pasajla açılması boşuna değil. Onu öyle tanımıştık toy zamanlarında. Henüz daha albümü yokken. Oradan buraya biz de yürüdük o yolu Mabel’in şarkılarıyla. Her insan gibi o da şüphesiz gördüğümüzden ibaret değildi. Şarkılarıyla kendini belki açık etti belki daha çok gizledi. Sonuçta dinleyenin yazan ve söyleyenle kurduğu bağ da böyle bir şey değil midir? Hem çok yakın, çok samimi, hem de bir o kadar yabancı, resmi.


Nicedir bağ kuramıyorum şarkılarla. Daha doğrusu yeni şarkılarla. Yeni nesil şarkı yazan, söyleyen genç arkadaşlarıma “sorun sizde değil, bende” demek istiyorum ama “yaşını başını aldığından gençleri anlayamayan” biri olmayı kabul etmek de kolaycı, sığ ve klişe olacak diye endişe ediyorum. İnsanın hissetme ve hissettiğini ifade etme biçimlerinin, aslında içinden geçilen zaman diliminden, dillerden, sınırlardan, ülkelerden tamamen azade bir biçimde yüzyıllardır aynı olduğunu biliyorum çünkü. Öyle olmasa, o doğmadan önce yazılmış, söylenmiş bir şarkıdan canı acımazdı birinin. Bir diğeri çok ama pek çok eski bir romanda ansızın kendiyle karşılaşmazdı. Belki insan neslinin daha önce yaşamadığı bir süreçtir bu. Okumadan, anlamadan, dinlemeden, yaşamadan ve dahi hissetmeden yazmak ve söylemek bu teknolojinin, bu hızın, bu tüketim çarkının bir getirisidir, yeni bir şeydir. Belki de bu köksüzlüktür benim için bağ kurmayı zorlaştıran. Bilmiyorum, emin değilim işte. Bu yüzden tavsiye edesim, öneresim ve hatta tekere çomak sokasım, eleştiresim bile yok nicedir, yazmıyorum.


“Fatih” albümü tam da bu halet-i ruhiyem içerisinde çıkıp geldi ve ferahlattı beni. Çok uzun, evet ama dinledikçe, her bir şarkıyı tanıyıp ahbap oldukça, biriyle dertleşip öbürüyle kafa dağıttıkça, birinden hayat bilgisi alıp öbürüyle enseye tokat oldukça kısalıyor albüm. Uzuna, anlaması zora, sabır sebat isteyene tahammülüm hâlâ varmış diyorsunuz sonra. Derinlere inmeye cesaretim de varmış. Sonra bitince, tekrar başlatması için komut veriyorsunuz dijital dinleticiye. Bakmayın siz bu yazıyı daha yeni tamamlayıp yayımladığıma, 2023 yazında “Fatih” dinletmekten yoruldu bana dijital dinleticim. Hâlâ da sık sık dinletiyor çünkü yerine seveceğim bir başka albüm gelmedi henüz. Ve inanın bana, gönlümde her zaman herkese bir nefeslik yer olsa da şu sıralar “Fatih”ten uzakta hep bir şeyler eksik.

Yavuz Hakan Tok

5 yorum:

  1. Dün ankara ato congresium'daki konserine gittim. 2 gece üst üste ankarada toplamda 6 binden fazla biletli seyirciye konser vermek herkesin basarabilecegi bir şey değil. Yeni şarkısı "Kömür"ü seslendirdi. Album üzerine yazdiklariniza ekleyebilecegim fazla bir sey yok. Veda Ettim Geçmişe sarkisi "Gölgede Aynı" hissiyatı verdi bana. Albüm uzun değil aslında insanların "odaklanma eşiği" çok kısaldı. Şahsen ben 40 şarkı da olsa dinlerim. Zaten albüm cd veya plak formatında olmadığı için bir süre sınırı yok. Albümün çift cd li versiyonu basılsa da koleksiyona eklesek.

    YanıtlaSil
  2. yazdıklarınızla eş zamanlı her şarkıyı ucundan dinledim güzel bi tekrar oldu teşekkürler ❤️

    YanıtlaSil
  3. Yazinizi sonuna kadar okudum, her şarkıdaki tüm hislerimizi öyle güzel anlatmışsınız ki, kaleminize sağlık💯🌟

    YanıtlaSil
  4. Yazıyı baştan sona büyük bir keyifle okudum...öncelikleYavuz Beyin kalemine,sonra da bu kaleme konu olan Mabel Matiz e kendi adıma çok teşekkür ediyorum.Mabel yada Fatih ,ne farkeder ki ?O muazzam bir müzisyen ,muazzam bir kişilik,ilk çıktığı gunden itibaren büyük keyifle dinlerim,ömrum yettikçe de dinleyeceğim,iyi ki varsın Mabel Matiz...saygılar.

    YanıtlaSil
  5. Sükeyna Bayat12 Mart 2024 11:15

    Bir Mabel hayranı olrak ve söz yazarlığıyla ilginenmeye başlağım bugünlerde yazınızı keyifle okudum çok güzel bilgiler edindim ve Fatih albümünü bu kadar derin bi şekilde içine girerek tekradan dinlemek harikaydı
    Benim için çok keyifli bir deneyimdi

    YanıtlaSil