"ÖNEMLİ OLAN TIKLANMAK DEĞİL, ANI YARATMAK"
(Milliyet Sanat dergisi Eylül 2017 sayısında yayımlanmıştır. Aşağıdaki röportaj, dergide yayımlanmamış bölümleri de içermektedir.)
Onu ilk tanıdığımızda elleri bir ağaca bağlı olduğu halde
“Bağlamaz beni, beni bağlamaz,” diye bir şarkı söylüyordu. Sonra kâh hamamda
peştemalle “Kaçın Kurası”nı söyleyen genç kız oldu, kâh dazlak bir “rock”
yıldızı… Bir gün sarışın bir “süper star” olarak çıktı Eurovision sahnesine,
başka bir gün Survivor yarışmacısı olarak göründü ekranda… Hepsi Sibel Tüzün’dü
ama insanlar acaba hangi Sibel’i sevmişti daha çok?
“Hamamdakini doğal olarak,” diye cevaplıyor bu sorumu
gülerek. ““Kırmızı” albümü dönemindeki Sibel’i de çok sevdiler. Türkiye’de
genel olarak bir ‘Akdenizli kadın’ sevgisi var tabii.”
2014’de “Le Le Le” ve “Kaç Yıl Geçti Aradan” adlı şarkıları
birer tekli olarak yayınlayan Sibel Tüzün üç yıl aradan sonra yeni bir
şarkıyla, bir kez daha ‘Akdenizli kadın’ olarak çıkıyor karşımıza. Ossi Müzik
etiketiyle yayınlanacak şarkının söz ve müziği Saadettin Dayıoğlu’na,
düzenlemesi ise Tansel Doğanay’a ait. Aslında iki şarkı birden hazırlamış Tüzün
ama iki şarkı arasına biraz zaman koymayı tercih etmiş. Sibel Tüzün’le hem yeni
şarkısını, hem de geçmişten bugüne Sibel Tüzün’ü konuşmak için bir araya
geldik.
YAVUZ HAKAN TOK: Geriye dönüp baktığınızda siz hangi Sibel’i daha çok
beğeniyorsunuz?
SİBEL TÜZÜN: Bilmem… O değişimi seviyorum ben ve sevdiğim
şeyi işime de yansıtıyorum. Ben hiçbir zaman hiç değişmeyen kadınlardan
olmadım. Bazı öyledir; ojesinin rengi, saç kesimi filan hiç değişmez. Ben hiç
öyle hissetmedim.
YHT: Ama ne yapsanız ‘seksi kadın’ olmaktan kurtuluş yok galiba?
ST: Bir ara kafamı kazıttığım halde onu kıramamış olmam çok
ilginç gerçekten. Eskiden çok rahatsız olurdum. ‘Türkiye’nin en seksi kadını’
diye bir anket yaptı bir gazete bir ara. Ayşegül Aldinç, Candan Erçetin ve ben
finale kaldık ve ben kazandım. Ben bakıyorum, onlar varken beni nasıl seçtiler
diye. Kolsuz Venüs heykelim var evde benim, ‘Türkiye’nin en seksi kadını’
heykeli.
YHT: Yeni şarkıdan bahsedelim mi biraz?
ST: Saadettin aslında uzun yıllardır benim avukatım.
Besteler yapıyor, sözler yazıyor. Hep yollardı bana. Ben bazen fikir veriyordum
yazdığı şarkılar hakkında, şuna gönder buna gönder diye. Bir akşam bana bu
şarkıyı yolladı.
Çok güzel şarkı bunu birisi söylemeli ama kim diye düşünüyorum ama hiç kendi üzerime alınmıyorum. O sırada yakın bir arkadaşım geldi. Ona da dinlettim şarkıyı. “Kızım bu tam senlik, ben senin sesini duyuyorum bu şarkıda,” dedi. Gecenin üçünde biz şarkının klibini filan tasarlamaya başladık. Hemen Saadettin’e mesaj attım bu şarkıyı ben alıyorum diye. Çok sıcak, pozitif bir şarkı. Benim bakış açımı, daha önce söylediğim şarkılardaki tarzımı yansıtan da bir şarkı. Ben çemkiren şarkılardan kişisel olarak hiç hoşlanmıyorum. Karşındakine niye kötü bir şey söyleyesin ki? Niye ağzının payını veresin? Öyle ya da böyle sevmişsin onu, bu hırs niye? Ben o duyguyu ulaştıramam insanlara, yakıştıramam kendime.
Çok güzel şarkı bunu birisi söylemeli ama kim diye düşünüyorum ama hiç kendi üzerime alınmıyorum. O sırada yakın bir arkadaşım geldi. Ona da dinlettim şarkıyı. “Kızım bu tam senlik, ben senin sesini duyuyorum bu şarkıda,” dedi. Gecenin üçünde biz şarkının klibini filan tasarlamaya başladık. Hemen Saadettin’e mesaj attım bu şarkıyı ben alıyorum diye. Çok sıcak, pozitif bir şarkı. Benim bakış açımı, daha önce söylediğim şarkılardaki tarzımı yansıtan da bir şarkı. Ben çemkiren şarkılardan kişisel olarak hiç hoşlanmıyorum. Karşındakine niye kötü bir şey söyleyesin ki? Niye ağzının payını veresin? Öyle ya da böyle sevmişsin onu, bu hırs niye? Ben o duyguyu ulaştıramam insanlara, yakıştıramam kendime.
YHT: “Milyonlarca” tıklanır mı bu şarkı? Tedbirinizi aldınız mı?
ST: Organizasyon tamam, satın alacağız bütün tıkları
(gülüyor.) Madonna filan, hepsinden fazla tıklanmayı planlıyorum. Şaka bir
yana, işin o kısmını hiç önemsemiyorum. Çünkü ben yoğun bir şekilde sahneye
çıkıyorum ve sahnede “Kaçın Kurası”nın daha ilk cümlesine girdiğimde herkes
benimle birlikte söylemeye başlıyor. Arkasından “Beni Bağlamaz”ı giriyorum; o
da öyle. Bu şarkılar çıktığında daha doğmamış olanlar bile eşlik ediyor. Bence
bir şarkının ölçümlenme şekli bu olmalı. Ne kadar uzun soluklu olduğu, dinleyicide
ne kadar anı yarattığı… Şu an evet, reelde tıklamaya bakıyoruz. Tabii reelde
derken onun ne kadar reel olduğu da tartışılır. Ben bu şarkının insanlara
tıklamaların filan ötesinde ulaşacağını düşünüyorum.
YHT: Siz kendi şarkılarınızı da yazıyorsunuz ama bu defa başka bir
şarkı yazarından şarkı almışsınız.
ST: Yazıyorum ama kendime yazıyorum şu anda. Belki onları da
kaydederim sonra, şu anda bilmiyorum. Bu ara eski yaptığım ‘rock’ albümleri
dinliyorum çok. Oradaki çoğu şarkının söz ve müziği bana ait ya. Ama şarkı
güzel olduktan sonra, kalbe dokunduktan sonra kimin yazdığı çok da önemli
değil. Zaten şarkı bizden çıktıktan sonra herkesin oluyor artık.
YHT: Neden bir “pop-star” olmayı tercih etmedi Sibel Tüzün?
ST: Ben müzisyenim. “Pop-star” olmak başka bir şey. Onun
başka dinamikleri var. Bütün hayatını ona göre yaşaman gerekiyor. Müzik dışında
reklam, pazarlama gibi konularda sana destek verecek bir sürü insanla çalışman
gerekiyor. Markalaşmak durumu yani. Benim bu işe başlama sebebim sadece şarkı
söylemekti. Beş yaşındayken de böyleydi bu, konservatuara girerken de. Bu işi
meslek olarak yapmak ve insanlara bu şekilde ulaşmak istiyordum. Şu anda da öyle.
Bir arkadaşım geçenlerde “Sen şarkı söylerken bizim ruhlarımıza dokunuyorsun,”
dedi. E onu yapabiliyorsam orada “pop-star” ya da başka bir unvan sahibi
olmanın bir önemi yok bence.
YHT: İstediğiniz gibi şarkı söyleyebilmek için konservatuvardan ayrıldığınızı
okumuştum yıllar önce.
ST: Uzay Heparı’yla sınıf arkadaşıydık konservatuvarda.
Uzay’ın teyzesi Ova Sünder de konservatuvarın başındaydı. Ben bir yerlerde bir
nota kitabı bulmuştum. Barbra Streisand şarkıları filan vardı. Uzay’la okulun
şan odalarından birine girdik, o şarkıları çalışıyorduk. Birileri bizi şikâyet
etmiş, caz söylüyorlar, pop söylüyorlar diye. Konservatuvarda aryantik
söylememiz gerekiyordu ya sadece. Biz bir ihtar aldık oradan. O dönemde klasik
müzik dışındaki hiçbir müzik türüne hoşgörü göstermiyorlardı konservatuvarda.
Sonra ben kendi isteğimle bıraktım okulu.
YHT: Hikâyenin başı konservatuvar değil ama. Daha öncesi de var
bildiğim kadarıyla.
ST: 16 yaşındayken Milliyet’in Liselerarası Müzik
Yarışmasına katılmıştım. Jüride Melih Kibar da vardı. Ben üçüncü oldum. Melih
Kibar’ın yanına gittim. “Ben sizinle çalışmak istiyorum,” dedim. O da “Ailenle
tanışayım,” dedi. Babamla tanıştıktan sonra da ben Melih Kibar’la çalışmaya
başladım. Reklam müzikleri seslendiriyordum. Melih Kibar ve Zeynep Talu’nun
birlikte yeni çalışmaya başladığı bir dönemdi. Birlikte çıkardıkları ilk
şarkıların “demo” kayıtlarını hep ben seslendirdim. O çok güzeldi. Okul formasıyla
okuldan çıkıp gidiyordum stüdyoya, şarkı kaydediyorduk. Çok güzel zamanlardı
onlar.
ST: O dönemde İstanbul Gelişim Orkestrası ile çalışmaya
başladım. Onlar kiminle çalarsa ben de vokalist olarak yanlarında gidiyordum.
Ajda Pekkan, Erol Evgin, Nükhet Duru… Konservatuar zamanında ise küçük küçük
gruplarla restoran tarzı yerlerde yemek müziği filan yaptık bir dönem. Bir ara
rahmetli Ajlan’la birlikte çıktık sahneye. Sonra Kapkara Bar dönemi başladı ve
ben birdenbire haftada yedi gece tek başına solist olarak sahneye çıkarken
buldum kendimi.
ST: Raks firmasından teklif geldi. Raks o dönemde hem var
olan starlara hem de yeni isimlere yatırım yapıyordu. Solistlerin arkasında
vokal yapan kim varsa hepsine albüm teklifleri geldi zaten o sıralar. Ben çok
şaşırdım, hoşuma da gitti bir yandan ama yapacağım konusunda hiçbir fikrim
yoktu. Yakın çevremde en tecrübelimiz İskender Paydaş’tı çünkü Kayahan’la
çalışıyordu. İskender’i aradım anlattım durumu. “Müzik direktörüm olur musun?”
dedim. Kabul etti. Sonra işte Kenan’ı aradım bana verebileceği şarkı var mı
diye. Kenan’ın annesi evde bize dolma, börek ikram ederken biz oturmuş
şarkıları dinliyoruz filan. Yani çok arkadaş işi başladı ilk albümün
çalışmaları. Sonra Şehrazat, Atilla Şereftuğ filan da girince işin içine,
profesyonel bir yere doğru gitti tabii iş.
ST: Evet, çok komik. Raks Amerika’dan bir klip yönetmeni
getirtti. Sadece benim için değil, o dönem Raks bünyesindeki birçok şarkıcıya
klip çekmek üzere. Fatih Erkoç, Bendeniz, on beş yirmi kişi aşağı yukarı.
Yönetmen geldi ama Türkiye’nin dinamiklerinden pek de haberdar değil doğal
olarak. Bizde de henüz video klip kavramı yok, bilmiyoruz tam olarak. Neyse biz
üç şarkıya klip çekmek üzere yola çıktık. Sabah altılarda filan… Şaşkın şaşkın
bakıyorum biz ne yapıyoruz diye. Dolmabahçe’de bir helikopter iniş yapıyormuş
gidip onun önünde çekiyoruz. Tekneyle Adalara giderken Heybeliada’nın önünden
geçiyoruz, yönetmen manzarayı çok beğeniyor, orada çekiyoruz sonra askeri alan
diye askerler gelip bantlara el koyuyorlar filan. Neyse işte gün boyu bir orada
bir burada, bir o şarkıyı bir bu şarkıyı söyleye söyleye ben çekimleri yaptık
bitti. Ama sonra yönetmenle Raks arasında bir anlaşmazlık yaşandı ve bütün
çektiğimiz görüntüler Kahraman Afyonoğlu’na devredildi. Kahraman Abi de
mecburen elindeki görüntülerden montajladı klibi. Bana da önceden
göstermemişlerdi. İlk kez televizyonda izledim. Şarkı “Beni Bağlamaz” ama aslında
ben kimi yerde “Şamata”yı, kimi yerde “Ah Biz Kızlar”ı söylüyorum, dudak
hareketlerim tutmuyor. Üç kliplik görüntüden bir klip çıkartabilmiş mecburen.
Bir şey diyecek durumum da yok tabii. Şimdi izleyince çok komik geliyor ama biz
‘90’lı yıllarda sektör olarak birçok şeyi hep birlikte keşfettik. Biz,
radyocular, müzik kanalları, klip yönetmenleri… Biz gerçekten hiçbir şey
bilmiyorduk. Bugünkü kliplere baktığımızda vardığımız noktaya aslında şimdi
komik bulduğumuz o hikâyelerin sonucunda geldik.
YHT: Türkiye’de ‘90’lı yılların müziğine müthiş bir övgü ve özlem var bu aralar. Siz de özlüyor musunuz o yılları?
ST: ‘90’larda top gençlere gelince biraz da bilgisizlikten,
çünkü ne satar, ne tutar bilmiyorduk, her şeyi denedik biz de. Şimdi dönüp
baktığımda görüyorum ki şimdiden çok daha çeşitliymiş o zaman yapılanlar. Çok
daha farklı, yaratıcı, çok daha özgür… O dönem çıkanların hiçbiri birbirine
benzemiyor. Aşkın’ın şarkısı Sertab’ınkine benzemiyor. Levent ve Harun, ikisi
de basçı mesela ama şarkıları birbirine benzemiyor. Herkes son derece kendi
karakterini yansıtan ve cesur işler yapmış. Bunun iyisi de kötüsü de olur,
çünkü bir şeye cesaret ediyorsan risk alırsın ve iyiye de kötüye de
gidebilirsin. Biz risk aldığımızı bile bilmeden tamamen hislerimizle ve
birlikte bir şeyler oluşturmanın getirdiği enerjiyle hareket ettik. Bu yüzden
‘90’ların kesinlikle farklı bir lezzeti var. 2000’lerle birlikte daha
fabrikasyon işler üretilmeye başlandı. Prodüktörler “Şunun şarkısı gibi olsun,
bilmem kim gibi şarkı yap bana,” demeye başladı. Bu, müziğin yaratıcılığını ve
özgürlüğünü öldüren bir durum ve beni çok rahatsız ediyor. ‘90’larda böyle bir
şey yoktu. O zaman da eskiler bizi eleştiriyordu “patlamış mısır gibi
döküldüler ortaya” diye. E çıksın zaten ama insanlar farklı şeylerle çıksınlar,
o yelpaze bir açılsın şöyle.
YHT: Bir gün bir baktık, Sibel Tüzün “Hayat Buysa Ben Yokum Bu Yolda” adını taşıyan bir ‘rock’ albüm çıkarmış. Şaşırdık tabii. O yıllar için fazla radikal bir hamleydi çünkü.
ST: O benim söz ve beste olarak kendimi gösterebildiğim bir
albümdü. Tarz çok da önemli gelmiyor bana o noktada. Evet ‘rock’çı oldum ama
çok da severek oldum, hâlâ da çok severim o albümlerimi. Sting’in albümlerine
bakın mesela, beş benzemez. Adam her tarzda, her şeyi söylüyor ama kendi sözünü
söylüyor. Müzikal de yapıyor,’rock’ da yapıyor, caz da yapıyor. En popüler
olana bakın, Lady Gaga’ya. Madonna’ya bakın. Yurt dışında bu çok alışılmış bir
şey. Ve aslında bu, o müzisyenin kalitesini ve vizyonunu da belirleyen bir şey.
Kimse artık bir tarza bağlı kalayım, ona takılayım diye bir kaygı taşımıyor.
Herkes sözünü söyleyebileceği, ulaştırabileceği alanı arıyor. Eğer senden
‘rock’ çıkıyor ise bunu alıp altına darbuka filan koymanın anlamı yok. Ben ne
çıkmışsa, o samimiyetle onu vermeyi tercih ediyorum. ‘97’de bunu tercih ettim,
şimdi de bunu tercih ediyorum.
YHT: Bugünkü aklınız olsa o albümü yine yapar mıydınız?
ST: Yapardım yine. Bugün olsa yerini çok daha iyi bulurdu.
Zaten bu sene bitmeden “Hayat Buysa Ben Yokum Bu Yolda” albümünü dijital platformlara
koymayı ve o albümdeki şarkılara videolar hazırlayıp paylaşmayı düşünüyorum.
Çünkü çok güzeller. Baktığınız zaman o dönemin en iyi müzisyenlerinin yer
aldığı özel bir albüm o. Müzikal olarak kuvvetli ve güzel.
ST: Dazlaklığımın bir sebebi vardı aslında. Bir anda olmadı.
Ben saçımı rasta yaptırmıştım. Rastada şöyle bir sıkıntı var. Saçlar o kadar
cansızlaşıyor ve yıpranıyor ki rastadan sonra saçları çok kısa kestirmek
durumundasın. Ben de kısacık kestireceğime kazıtayım dedim, oradan çıktı o
olay.
ST: Biraz amazonluk var galiba. Aslında kendi içinde sakin
bir kadınım. Öyle hırslı, “Oooo baltaları çıkarayım hemen,” diyen biri değilim
yani. Ama evet, özgür hissetmeyi seviyorum. Gerçek olan duygularda kalmayı
tercih ediyorum, “miş gibi” yapmıyorum. O “miş gibi” yapmama durumu bir noktada
seni savaşçı konumuna getiriyor. Günümüz dünyasında, hem işte hem de özel
hayatında gerçekten istediğin şeyi yaşayabilmek için savaş vermek durumundasın.
Bakıyorum çevremde benim yaş grubumda birçok insan anti-depresan kullanıyor
çünkü o “miş gibi”yi kabul etmek de zor. Ben neyi hissediyorsam onu yapmak
istiyorum.
ST: Ben temelde çok meraklı bir kadınım. Mesele oradan
çıkıyor aslında. Bir şeyle karşılaştığım zaman onu sorguluyorsam kafamda hemen
merak edip öğrenmeye çalışırım. Dolayısıyla bir sürü lüzumsuz bilgiyle donanmış
durumdayım, hatta bazı zamanlarda Google’la yarışabilirim. Ben merak ediyorum
ama bazen hayat da getiriyor. Mesela benim hayatta Survivor’a gitmek gibi bir
amacım yoktu hiç. Seyretmişliğim bile yoktu, o kadar yani. Ama Acun arayınca
araştırdım şöyle bir. Dominik’e gidilecek filan. Parayla satın alamayacağın bir
deneyim. Bunun içinde olabilirim dedim ve gittim. Sonuç odaklı değilim, ben
yolculuktayım hep. Bir arkadaşımın arkadaşı ralliye girecek, “co-pilot”u
ayrılmış. Beni aradılar, onlara kahveye gittim, bir saat sonra “co-pilot”tum.
Türkiye Ralli Şampiyonasına katıldım, evde kupalarım filan var. Geçen sene bir
otelde program yapıyorum, “sailing camp” var dediler, çağırdılar, gittim orada
da derece aldım. Yani aslında hayata karşı cesur olduğunuzda hayat da size
bunları getiriyor. Merak ettiğiniz, yapmak istediğiniz şeyleri.
ST: Çocuklar da olduktan sonra özellikle, her şeyi idare
ediyor olmak biraz zorlayıcı bir şey ama ben kendimde buna bir çözüm bulmuşum,
sonradan fark ettim. Mesela bir toplantıdan çıktım ve diyelim kızı yüzmeye
götürmem gerekiyor. İçgüdüsel olarak yolu tercih ederken sahil yolunu
seçiyorum. Giderken arabayı kenara çekip bir beş dakika öyle oturuyorum denizin
kenarında. Denizi seyrediyorum, bulutlara bakıyorum. Bütün o koşuşturmanın
içerisinde hayattaki güzellikleri pıt pıt pıt alıyorum, onlardan besleniyorum.
Öyle bir şey gelişmiş bende. O zaman hem hayatı kaçırmıyorsun, yapman gereken
şeyleri yapıyorsun hem de o aldığın küçük soluklar seni rahatlatıyor ve
yaptığın işlerin devamını sağlıyor. Daha bir sürü hayallerim var, onlar da bir
gün gelecekler bence. Mesela Finlandiya’ya kadar gittim ama kutup ışıklarını
göremedim, denk gelmedi. O kadar çok seyretmek istiyorum ki onları. Bir gün
yapacağım ama mutlaka. İşle ilgili de bir sürü hayallerim var.
YHT: Sosyal medya üreten insanlar için, ünlü insanlar için, göz önünde insanlar için giderek hem vazgeçilmez hem de çekilmez bir yer haline geldi. Siz takılır mısınız sosyal medyada hakkınızda yazılıp çizilen şeylere?
ST: Eleştiri meselesi işi aslında sosyal medyanın hayatımıza
girmesiyle rayından çıktı. Ondan öncekilerin işi aslında çok daha kolaydı. Anında
böyle geri dönüş yoktu çünkü. Şimdi her şey çok hızlı. Bir şey yapıyorsun,
iyisi kötüsü, osu busu filan bir anda dökülüyor ortaya. Sadece müzik yapanlar
için değil, ünlü olan herkes için geçerli. Bu çok çabuk geri dönüşün çok
tepkisel olduğunu ve gerçek olmadığını düşünüyorum. Ve bu tepkiselliği de doğru
bulmuyorum açıkçası. Bizim geçmişte bulduğumuz lezzetler, hep duygusal bağ
kurularak oluşmuş şeyler aslında. Anı yaratma meselesine çok inanıyorum ben.
Şarkılar gerçek anlamını dinleyicide öyle buluyor çünkü. Birlikte anı
oluşturuyorsun. O dinleyenin öyle bir anına denk geliyor ki mesela çocuğu yeni
doğmuş, televizyonu açıyor, “Kaçın Kurası”na denk geliyor, birlikte söylüyor.
Sonra o bebek büyüyüp yıllar sonra bana mesaj atıyor, “Annem sizin şarkınızı
bana ninni olarak söylemiş,” diye. Şu andaki sürat buna müsaade etmiyor. Hemen,
her şeyi yargılıyoruz. Hepimiz yapıyoruz. Sosyal medyadan çat diye yapıştırınca
ne oluyorsa artık, nasıl bir tatmin yaşıyorsak?
Bazen bakıyorum sosyal medyaya, arkadaşlarımın paylaştığı şeylere de… Herkes aslında özgür olmak, yaratıcı olmak istiyor. Herkes güzel fotoğraf çekmek, güzel şarkı söylemek istiyor. Tamam, ama o zaman niye yaratıcı ve özgür olanı eleştiriyorsun? Bir yandan özgürleşmeyi savunurken bir yandan da o özgürleşmeyi eleştiren tutucu bir bakış açısı. Dengeli ve gerçek gelmiyor o zaman bu bana işte. Sen de güzel fotoğraf çekebilirsin, ben de çekebilirim ve ben senin çektiğini beğenebilirim. Peki niye bir çekişme halindeyiz sürekli, onu gerçekten bilmiyorum. Galiba onun toplumsal, başka bir sebebi var ve bu müziğe, televizyona, kitaplara, her şeye yansıyor. Biraz daha rahat olsak keşke. Üç dakikalık bir müzik yapıyoruz. Bunun neyini, ne kadar eleştirebilirsin? Bırakın o öyle söylesin, öbürü öyle söylesin, birisi yirmi yıl aynı şarkıyı söylesin. Söylesin yani. Bütün bu insanlar hayatın renkleri. Kırk yıldır hayatımızda olan bir şarkıcı çıkıp bugünkü gençlerle yarışmak için onların şarkılarına benzer şarkı söylüyor. Ama ben seni zaten kırk yıldır seviyorum. Bunu yapmak zorunda kalmasın kimse.
Bazen bakıyorum sosyal medyaya, arkadaşlarımın paylaştığı şeylere de… Herkes aslında özgür olmak, yaratıcı olmak istiyor. Herkes güzel fotoğraf çekmek, güzel şarkı söylemek istiyor. Tamam, ama o zaman niye yaratıcı ve özgür olanı eleştiriyorsun? Bir yandan özgürleşmeyi savunurken bir yandan da o özgürleşmeyi eleştiren tutucu bir bakış açısı. Dengeli ve gerçek gelmiyor o zaman bu bana işte. Sen de güzel fotoğraf çekebilirsin, ben de çekebilirim ve ben senin çektiğini beğenebilirim. Peki niye bir çekişme halindeyiz sürekli, onu gerçekten bilmiyorum. Galiba onun toplumsal, başka bir sebebi var ve bu müziğe, televizyona, kitaplara, her şeye yansıyor. Biraz daha rahat olsak keşke. Üç dakikalık bir müzik yapıyoruz. Bunun neyini, ne kadar eleştirebilirsin? Bırakın o öyle söylesin, öbürü öyle söylesin, birisi yirmi yıl aynı şarkıyı söylesin. Söylesin yani. Bütün bu insanlar hayatın renkleri. Kırk yıldır hayatımızda olan bir şarkıcı çıkıp bugünkü gençlerle yarışmak için onların şarkılarına benzer şarkı söylüyor. Ama ben seni zaten kırk yıldır seviyorum. Bunu yapmak zorunda kalmasın kimse.
ST: Bazen sahnede söylediğim şarkıyı durduruyorum, “Bakın bu
şarkının burası çok güzel, neden yanınızdakine bakarak eşlik etmiyorsunuz?”
diye soruyorum. “Ben buradayım işte, gördünüz kılığımı kıyafetimi, şimdi dönün
yanınızdaki sevdiğiniz kişiye, onun gözlerine bakarak eşlik edin şarkıya.” Hiç
böyle bir şeyle karşılaşmamışlar. Müthiş mutlu oluyorlar. Çünkü insanların
birbirlerinin gözlerine bakmaya, birbirlerini anlamaya, birbirlerine dokunmaya
ihtiyacı var. Bundan sonra çıkacak olan şarkım da bunu anlatıyor zaten. Hepimiz
anlaşılmayı, şefkati, sevilmeyi istiyoruz. Ben de istiyorum ki şarkılar bunu
söylesin ve ben o şarkıları söylerken insanlara bunu vereyim.
ST: İki sene üst üste yaz aylarında gidip İngiltere Kraliyet
Akademisi’nde müzikal tiyatro eğitimi aldım. Çocuklar burada anneanneleriyle
kalırken bir git gel yaparak devam ettim. Orada sahneye de çıktım müzikal
tiyatro oyuncusu olarak. Bu sene Zülfü Livaneli’nin Mutluluk adlı kitabı bir
müzikale dönüştürüldü. Prömiyeri İngiltere’de yapıldı. Türkiye’de de Zorlu’da
sahnelendi. O müzikalde 70 yaşlarında Vanlı bir ebe kadını oynadım ben. O
kadını oynamak için fizyoterapistle çalıştım ben. Yaşlı bir kadının nasıl
oturup nasıl kalacağını, nasıl duracağını anlamak için. Ses tonumu yaşlandırabilmek
için hocalarımdan ders aldım. Bunlar çok lezzetli işler. Daha önce Garaj
İstanbul’un Histanbul diye bir projesinde oynadım. Orada da yedi farklı kadın
karakteri canlandırıyordum ama iki saat boyunca hiç sahneden inmeden. Değişik
kadınları oynuyorsun, kadınların ses tonları, konuşmaları, vücut dilleri,
verdikleri duygular farklı… Böyle işler yapmak benim için çok değerli ama tabii
bunlar sadece belli kitlelere ulaşıyor. Popüler kültüre gitmiyor. Mesela Caz
festivallerinde konser yapıyorum. Her ay en az iki tane caz konserim oluyor ve
Türkiye’nin en iyi caz müzisyenleriyle sahneye çıkıyorum. Bu da yine beni
“Kaçın Kurası” ile bilen kitleye ulaşmıyor. Bana özel bir şey değil tabii bu,
genelde böyle bir durum var.
YHT: Kaç senedir katılmadığımız halde Eurovision Şarkı Yarışması her sene gündemimize geliyor. Ola ki TRT tekrar katılmaya karar verse ve siz teklif gelse, kabul eder misiniz bir kez daha katılmayı?
ST: Solist olarak değil ama “supervisor” olarak gitmek
isterim çünkü oradaki tecrübe kıymetli bir tecrübe aslında. O tecrübenin TRT
tarafından her yeni gidecek olana aktarılması gerekiyor ama aktarılmıyor. Benim
yaşadığım öyle bir deneyimdi. Sıfırdan başladım. Ama benim hâlâ Eurovision
zamanından kalma yurt dışı bağlantılarım var. Eminim diğer gidenlerin de
vardır. Dolayısıyla önceki tecrübelerden faydalanılması gerekiyor ama herkes
birbiriyle gereksiz bir rekabet halinde olduğu için olmuyor. İki sene önce bu
soruyu sorsaydınız Model gitsin derdim. Bence bu yarışmaya genç insanların
gitmesi gerekiyor. Ve bunu kurgularken de yarışmadan sonra atılacak adımların
da önceden planlanması lazım. Yoksa bir şey olmuyor. Neden dünya arenasında
bizim müzisyenlerimiz yok diyorsak, o insanları, projelerle o platformlara
sokmak lazım. Şu anda bir isim veremem kim gitsin diye. Kimin böyle bir
hazırlığı var ki? Gitmek isteyenler aslında hep iç piyasada prim yapmak için
istiyor. Ama işin yurt dışındaki gerçekliği bu değil.
ST: Hayat tabii. Hayat olmazsa kariyer de olmaz. Bir gün her
şeyin bittiğini biliyoruz hepimiz. Ne kadar ünlü olursan ol, ne kadar paran
olursa olsun, ne kadar başarıların, ürettiklerin olsa da bunların hepsi
bitiyor. O noktada hayattan biriktirdiklerin önemli. Ve gerçekten o sırada
yanında seni sevene ve senin sevdiğin insanların olması önemli. Yani senin ünün
yüzünden, başarıların yüzünden ya da parayla satın aldığın için yanında olan
insanlar değil, gerçekten bir şeyler paylaştığın insanlar olması önemli. Ben
herhalde bunu çok gençken hissettim. Hepsi gelip geçici ama şurada şarkı
söylediğin zaman yarattığın anı kalıyor. Ya da çocuklarınla kurduğun ilişki,
onlarla yaşadığın anılar kalıyor. O yüzden hayat ama orada iyi hissediyorsan
zaten bir şekilde kariyerin de yürüyor. Bana hep “sen hak ettiğin yerde
değilsin,” diyorlar. Hak ettiğim yerde olmak için çok başka dinamiklerle
hareket etmem gerekiyor. Bu kuralları da çok iyi biliyorum. Ama o zaman benim
hayatım ne olacak?
YHT: Bunca şeyin arasında evliliği birden fazla kez denemiş bir kadın olarak, aşkın başladığı ve bittiği yer neresi Sibel Tüzün için?
ST: Aslında başladığı ve bittiği yer aynı nokta. Bunu sadece
ben söylemiyorum, okuduklarımda da, konuştuğum insanların hikâyelerinde de hep
bu var. Hepimiz kendimizi tam ve bütün hissetmek istiyoruz. Dolayısıyla
kendimizi eksik gördüğümüz ya da o anda kendimizde eksikliğini hissettiğimiz
şey neyse aşk oradan başlıyor. Bunu biz mi başlatıyoruz evren mi bize sunuyor
onu bilmiyorum. Büyük ihtimalle evrenin burada bir parmağı var. Ama emin
değilim. Maalesef aşkın bittiği yerde aynı yer oluyor. Çünkü karşındakinde
fazla olan duyguyu görüyorsun ilk başta. Ona ihtiyacın da varsa ona
dokunuyorsun. Ama o hep fazla ve fazla olmaya devam ediyor. Bir süre sonra da
sen onun fazlalığından yoruluyorsun. Neden bu kadar çok aşk üzerine şarkı
söyleniyor, kitap yazılıyor, film çekiliyor diye merak ettim mesela.
Üretimlerin çoğu hep aşk üzerine. Satan o ama insanlar sadece satsın diye
yapmıyor onu, derdi o aslında. Alan da o yüzden alıyor. Hepimizin derdi o.
İkinci çıkacak şarkımda bir cümle var : “Ne sebepten sevdiysem, o sebepten
gidiyorsun,” diyor. Hakikaten öyle.
Röportaj bittiğinde saat sabaha karşı 3'ü geçiyordu. Röportaj kariyerimin ilk 'gece yarısından sonra' röportajı olmuştu bu çünkü o tarih aralığında Sibel'in İstanbul'da bulunacağı tek gündü ve o gün de sahnede olması gerekiyordu. Haliyle sahnesi bittikten sonra oturup konuşabildik. Ahbaplığımız eskidir; dert değildi yani. Zaten röportaj gibi değil de kulis sohbeti gibiydi konuşmamız. Buraya kadar okuduysanız, fark etmişsinizdir zaten. Ben yine de not düşmek istedim.
AĞUSTOS 2017
Bu samimi sohbet aktarımı için teşekkürler :)
YanıtlaSilNe guzel.
YanıtlaSil