Deniz Tekin müziği bırakmış. Neden? Açıklaması o kadar
muğlak cümlelerle dolu ki şu veya bu sebepten diyebilmek mümkün değil. Kendince
açık etmek istemediği sebepler olabilir, bilemeyiz. Ya da kendini ifade etme
biçimi böyledir, onu da bilemeyiz. Bir hayal kırıklığı, bir hüsran ve vazgeçiş
kokusu var, orası kesin. Ve fakat laf arasında “ticari müzik yapmayacağım” da
demiş. Yani müziği bırakmamış da olabilir. Çünkü sanatın her dalında
ürettiklerinizi tüketicilere bedelsiz sunabileceğiniz bir dolu mecra var artık.
O mecralardan birinden şarkı yayınlamaya devam eder ve “ticari müzik” yapmamış
olur. Olur mu? Olur.
Bir sabah uyanıp “Ben bugün sigarayı bıraktım,” der gibi
“Ben bugün müziği bıraktım,” denilebilir, o günün tarihine bir not düşülebilir
mi, müzik bırakılabilen bir şey midir, orası ayrı bir tartışma konusu ama genç
bir insanın herhangi bir konuda bir ya da birden fazla sebepten hevesinin
kırılması ve umudunun kaybolması neresinden baksanız üzücü. Bununla birlikte
insanın en çok genç yaşlarında hevesinin kırıldığı da bir gerçek. Çünkü en çok
genç yaşlarda çok şey umar insan. İlerleyen yaşlarda o heves ve heyecanların
yerini deneyimlenmiş, öğrenilmiş gerçeklerle beraber ayakları yere basan sakin
ve telaşsız beklentiler alır. Ve ne tuhaftır ki ummalar azaldıkça bulmalar
artar.
Bu ülkede alternatif müzik yapan genç bir müzisyen en fazla
ne umabilir? Müziğinin milyonlarca “stream” almasını, tıklanmasını mı? Tüm
ülkenin, herkesin onu dinlemesini, şarkılarını ezbere bilmesini mi?
Konserlerinin hıncahınç dolmasını mı? Bunların hiçbirinin olmayacağını nedense
ona kimse söylemez. Bunların olabilmesi için önce bu ülkeyi, bu insanı, bu
toprakları tanıması gerektiğini de kimse söylemez. İçinden bu coğrafyanın
makamları, motifleri, nağmeleri geçmeyen, armonisi bu topraklara değmeyen, sözünü
bu dilin imlâsında söylemeyen şarkıların sadece sınırlı sayıda dinleyiciye
hitap edeceğini ve hep öyle kalacağını da kimse söylemez. Genç alternatif
müzisyen zamanla ya tüm bunların farkına kendi kendine varır ya da hiç varamaz.
Kimileri o eşiği atlar, geçer, kimileriyse konuyu hâlâ tam anlayamamış bir
biçimde eşiği atlayanlara diş biler, hatta “ben niye öyle olamadım” hayıflanmalarına
öfkeli kıskançlığını katık eder.
Şayet bu ülke insanının damarlarına nüfuz edecek bir müzik
yapmıyorsanız, öyle şarkılar yazmıyorsanız, beklentilerinizi daha en başından
dizginlemeyi öğrenmeniz gerekiyor. Çünkü örneği yok. Aksi örneğiyse çok. Bakın
Mabel Matiz’e, Melike Şahin’e. Her ikisi de alternatif camianın içinden çıkıp
ana akıma ilerlerken bu ülkenin kadim müzik kültürünün bir yerlerinden ses
verdiler. Bakın Semicenk’in ticaret erbabı kurnazlığıyla formüle edilmiş,
tıklanmalara doymayan şarkılarına. Ya bir melodi, ya bir söz ya da gırtlağınızdan
dökülen bir nağme… Ama bu kadar da basit değil aslında. Daha köklere inen,
derin bir şeyden bahsediyorum. Bohem bir biçimde ifade edilmiş duyarlılıklar ne
kadar içten ve samimi olsalar da sadece o dil ve duygu dünyasında yaşayan bohem
bireylere dokunur, toplumun ortalamasına değil. Haliyle de o kitlenin müzisyeni
olursunuz. Olmanızda da bir sakınca, mahsur, kusur yoktur ayrıca. Bu da bir
tercihtir ve öyle olduğunuzu kabul ettiğiniz sürece kimsenin “Niye senin
şarkıların herkese hitap etmiyor?” diye sormaya da hakkı yoktur.
Tam bu noktada Deniz Tekin’in daha fazla tanınmasının da bu
ülke insanının damarlarına nüfuz etmiş şarkıların sahibi Ahmet Kaya’dan bir
şarkı, “Beni Vur” sayesinde olduğunu hatırlatmalıyım. Kendi şarkılarından
biriyle müzik piyasasına giriş yapmış olsaydı aynı hızla tanınır mıydı bilemem.
Şunu da söylemem lazım ki toplumun geneline hitap edebilmiş
olmak sizi iyi müzisyen yapmayacağı gibi, genele hitap etmiyor olmak da iyi
müzisyen olduğunuzun garantisi değildir ki bu ikincisi hep bir ön kabuldür
nedense bizde.
Tüm bunlar bir yana, müzisyenler için bir de hayat
sürdürmek, geçinmek diye bir gerçek var. Şarkıları tüm ülkede dinlenmeyen,
bilinmeyen, ana akıma düşmemiş, yüzü magazin görmemiş müzisyenin para kazanma,
müzikle yaşamını idame ettirme şansı eşyanın tabiatı gereği daha düşüktür. İçinde
yaşadığımız görünürlük çağında bu durum geleneksel medya döneminden bile daha
acımasız bir gerçeklikle normalleşmiş durumda.
Ha nedir, dünyada, özellikle de müzik endüstrisi gelişmiş
ülkelerde pasta daha büyük olduğu için çoğunluğa hitap etmeyen hatta aykırı
duran müzisyenler de iyi kötü geçinebilirler. Ama müziğin hiçbir zaman endüstri
olamadığı Türkiye’de bu, ne çare mümkün değil. Hiçbir zaman olmadı. Ana akımda
zamanında konserlerinde kapılar çerçeveler kırılmış, plakları yüzbinler, CD’leri
milyonlar satmış, gazete ve dergilerin manşetlerinden düşmemiş insanlar da
yaşadı bunu. Bir dönemin en büyük starı Erol Büyükburç, küçücük restoranlarda
şarkı söylüyordu ölümünden bir süre öncesine kadar. Başka bir dolu örnek de var
da ben ilk aklıma geleni yazdım. Bizdeki pasta sadece gündemde olanı doyurdu
hep. Üstelik bu hemen her alanda oldu. Yazarlıkta da, gazetecilikte de,
televizyonculukta da, oyunculukta da… Yani bu meselenin içinden bugün ilk kez
yaşanıyormuşçasına ya da ilk kez birinin başına gelmişçesine bir dram, bir
haksızlığa uğramışlık hikayesi çıkarmak yerine meselenin bütününe bakmak lazım.
Tabii yaşadığımız zamana, güne dair başka farklı dinamikler
de var. Maalesef artık müziği sosyal medyadan ayrı düşünemiyoruz ve sosyal
medyanın da çok büyük bir fenalığı var insanoğluna. Takip ettikleriniz ve sizi
takip edenlerle öyle bir yankı odasının içinde düşüyorsunuz ki bir süre sonra hayatın
gerçeğini o zannetmeye başlıyorsunuz. Mesela yaptığınız işi övenler,
beğenenler, alkışlayanların sarmalında zamanla dünyanın en güzel işlerini
yaptığınızı, dünyanın en önemli insanı olduğunuzu zannediyor, öyle
hissediyorsunuz. İçeri başka hiç çatlak ses sızmadığı için de bu sanrıdan
uyanmanız ancak sokağın sert gerçeği suratınıza çarptığında mümkün olabiliyor.
Aslında sizi o kadar da çok insan tanımıyor. Aslında kitlelerin kanaat önderi
filan değilsiniz. Aslında o sözü ilk siz söylememiş, o müziği ilk siz yapmamış,
o taşı ilk siz atmamış, üstelik küçük dağları da siz yaratmamışsınız.
Bunu neden söylüyorum, çünkü Deniz Tekin’le bir zaman önce
sosyal medyada bir tartışma yaşamıştık. Sebebi benim bir şarkısındaki şarkı
söyleme biçimini beğenmememdi. Orada bana karşı gösterdiği öfke, ağzımın payını
verme iştahı, “Sen kim oluyorsun?” demeye getiren cümleleri, çıkarımları ve
kendinden fütursuzca emin halleri bende tam aksine özgüveni sallantıda bir genç
kadınla konuşmaya çalıştığımı hissettirmişti. Bilenler bilir, asla böyle
tartışmaların içinde olmam, arkama bakmadan uzaklaşırım. Belki ben de biraz
uzattım. Neden uzattığımı sonrasında uzun uzun düşündüm. Her şeye rağmen
anlaşılabilme ihtimaline inanmıştım belki. Belki de genç kuşağın “Ne istiyorsan
onu yap ve kimseyi dinleme” mottosuna alışamamıştım. Oysa kurallar, kaideler,
gelenekler, göreneklerle, “el alem ne der”lerle büyütülmüş bir kuşağın mensubu
olarak çok da hoşuma gidiyordu bu motto. Ama işte “kimseyi dinleme” ile
“kimsenin bir şey söylemesine izin verme, söylerlerse de hemen karşı taarruza
geç ve onları sustur” arasında ince bir çizgi var. Birbirine çok benzer ama
aslında taban tabana zıt iki önerme. “Sen yine dinleme ama DUY” olmalı doğrusu.
Duymamak, duymak istememek çok tehlikeli, zehirli bir şey çünkü.
Sözün özü bu biraz da (klişe tabiriyle) hazım meselesi. Kıran
kırana mücadele, haksızlığa bazen yeniliş bazen direniş, kendini zorlaya
zorlaya kabul ettiriş ve zaman içerisinde (sokağın gerçeğinde kim olduğunun ve
ne kadar hacim kapladığının farkında olmak kaydıyla) kendi kurallarını koyuş.
Bunların hiçbiriyle uğraşamam diyorsanız zaten “ticari müzik”e hiç
bulaşmayacaktınız zira müzik ya da değil ama ticaret tam da bu mücadelelerin
toplamıdır. Kimseyi pamuklara sarmıyorlar, hiç sarmadılar.
Bakıyorum Deniz Tekin’in müziği bırakması üzerine yazılan
yazılara, yapılan yorumlara. Herkes alternatif müzisyen olmasından dem vurmuş. Oysa
ana akımdakiler de en az alternatif müzik yapanlar kadar çabaladılar zamanında.
Hatta onların şartları yer yer daha ağırdı. Gazinocular Kralı’yla ters düştüğü
için yıllarca hiçbir gazinoda iş verilmeyenler oldu. İlk albümü satmadı diye
ikinci bir albüm yapamayanlar oldu. Bağlı bulunduğu firma albüm yapmak
istemediği için sözleşme süresi bitene kadar albüm yapamayanlar, hatta sahneye
bile çıkamayanlar oldu. Albümünü duyurmak, Kral TV’de klibini döndürmek için
bir ev, bir araba parası harcayanlar oldu. Radyocuların kapısında yatılır,
gazeteciler, televizyoncular yakın markajda tutulurdu. Harbiye, Rumeli Hisarı
gibi prestijli konser alanlarında sahneye çıkmak için akıl almaz strateji
oyunları oynanırdı. Tüm bunlar çok uzak geçmişte yaşanmadı. Şahitleri hâlâ
hayatta. Sorun anlatsınlar.
Alternatif müzik yapanlar en azından böyle şeyler yaşamıyor şu
anda. İstediği zaman istediği şarkısını kendi hesabına yayınlıyor, çoğu zaman
profesyonel bir PR desteğine bile ihtiyaç duymadan sosyal medyadan çatır çatır
duyuruyor, bir konser menajeriyle anlaşınca da Türkiye’nin her yerinde sahneye
çıkabiliyorlar. Evet dijital dünya başka başka çelmeler takıyor onlara da ama o
çelmeler konusunda da şöyle adamakıllı, yüksek sesli, kolektif bir itiraz
duymadım kimseden şu ana kadar. Herkes hayatından memnun görünüyor. Yani “Ben artık
şarkılarımı filanca platforma vermiyorum, çünkü haksız rekabete neden olduğunu
düşünüyorum,” gibi ya da “Şu mekânları müzisyenin emeğini sömürdüğü için
protesto ediyorum,” gibi bir ayaklanma hiç görmedim.
Velhasıl ortada sadece alternatif müzik yapanlara hayatı zehreden,
müzik yaptıklarına pişman eden bir bozuk düzen ve kötülükler silsilesi yok.
Ortada bir bozuk düzen ve kötülükler silsilesi varsa şayet (ki evet var) bu
herkes için var. Haliyle de meseleyi Deniz Tekin özelinde, alternatif müzik
lehine romantize etmek bana pek de manalı gelmiyor.
Hiç kimse vazgeçilmez değildir. Birini vazgeçilmez
görüyorsanız şayet, bilin ki aslında bu sizin fikriniz de değildir. O fikri
sizin kafanıza sokan, ürettikleri, yaptıkları, ettikleri, mücadelesi ve yerine
bir başkasını koyamayacağınıza emin olduğunuz derecede benzersizliğiyle,
vazgeçilmez gördüğünüz kişinin ta kendisidir. Bir de buradan bakmak lazım.
Durduğumuz yer, bakış açılarımız, algılarımız ve aramızdaki
zaman ve mesafe farkı nedeniyle belki doğru empati yapamıyor da olabilirim ama
ben Deniz Tekin’in yerinde olsam nokta yerinde virgül koymayı tercih ederdim. Her
üreten insanın zaman zaman yorulduğunu, bıktığını, vazgeçme noktasına geldiğini
ve bu tükenmişliğin aslında bir şarj vazifesi gördüğünün ancak üzerinden zaman
geçtikten sonra anlaşılabildiğini bana birilerinin söylemesine ihtiyaç
duymazdım. Ve ahir zamanın öğretilerinin telkin ettiğinin tam aksine, hikâyemin
aslında bana özel, eşsiz ve sadece bana ait, benim hikâyem olmadığını, insanların
yaşadığı sürece birbirlerinin hikâyelerinin içinden geçtiğini fark etmek için
yanlış alınmış kararların pişmanlığını yaşayana kadar beklemezdim.